Efruz Bey

Kitap: Efruz Bey
Yazar: Ömer Seyfettin
Konu: Osmanlı’nın son döneminde yaşayan hayali bir fikir(!) insanı Efruz Bey’in maceralarını anlatıyor.
Benim Notum: (3/5)

Ömer Seyfettin’in gazetelerde yayınlanmış hikayelerinden derlenen Efruz Bey zamanın ruhunu yansıtan bir kitap. Gazete yazısı olmasının da etkisiyle alaycı, abartılı ve keyifli bir üslupla yazılmış. Ömer Seyfettin bu hikâyelerde çoğunlukla 20. yüzyılın başlarında Osmanlı gündemindeki fikri akımlara ve biraz da bu akımların önde giden temsilcilerine sataşıyor. Ömer Seyfettin’in 36 yıllık yaşamında ortaya koyduğu eserlerle Türk edebiyatında önemli bir yer edinmiş bir yazar. Doğrusu Efruz Bey bu bağlamda çok dikkat çekici bir kitap değil. İçindeki öykülerde yer yer ilgi çekici, etkileyici kısımlar olsa da genel itibariyle zayıf bir eser. Belki dönemin çalkantılı fikri yaşamına biraz daha aşina olsam daha keyifli gelebilirdi ama değinilen kişi ve konular bugün için pek bir şey ifade etmiyor.

Kitaptan ilgimi çeken bazı bölümleri aşağıya alıntılıyorum:

Köse mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalanmış kalın kahverengi perdeli büyük pencereden sıcak bir yaz havası, müseddes şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, kağıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından hâsıl olmuş ağır bir havayı… ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı tebahhur ettiryordu.

“İşlerinize bakınız, beyler” emrini verdi. “Ben amirinizim, benim gibi vazifeperver olunuz. İnsanın en büyük saadeti vazifesinin ihmalsiz icrasıdır!”


Haftada bir iki defa günde on dakika kaleme gelen bu herifin vazifeden bahsetmesi Ahmet Beyin canını sıktı. Ayağa kalktı, işte hepsi uyuyorlardı, lâkin yarın… Hepsi uyanacaklardı. Kendisi için budalaların arasında bir dakika geçirmek artık bir asır kaybetmeye müsaviydi. Fesini giydi. Tek gözlüğünü tekrar elledi. Jimnastikle kabarmış göğsünü daha ziyade kabartarak, kollarını bir idman taliminde imiş gibi hususi bir ahenkle sallayarak, kapıya doğru yürüdü.

Onun ehemmiyet verdiği şey, yalnız öyle görünmekti. İşte bütün kuvvetini bu tarafa sarf ettiği için muvaffak olurdu. Görünmek istediği şeylerden birisi de zenginlikti. Zengin olmayı aklından bile geçirmezdi. Haddizatında zenginliğin de onca hiçbir ehemmiyeti yoktu. Yalnız zengin görünmenin ehemmiyeti vardı. Bir zengin gibi hareket eder, daima aslı olmayan yüz bin liralardan, çeklerden, madenlerden, apartmanlardan bahsederdi. Gayet hasis olan annesinin ne kadar iradı olduğunu da bilmiyordu. Babası nesi var nesi yok, bu kadına bırakmıştı. Lisanı gibi tabiatını da değiştirmeyen bu köylü Çerkez, sineği sıkıp yağını çıkaracak derecede muktesitti.

“Şimdi göreceksiniz” dedi, “bakınız mürüvvet, sahavet, misafirperverlik nedir?.. Köylülerde adalet, insaniyet, ulüvvücenap hissi ne derece yüksek…”

Sıcak, yorgunluk, konferans beni bitirmişti. Karnım açlıktan zil çalıyordu. Bu gölgesiz köye girerken kendimi bir ümit cennetine gidiyorum sandım. Pis, perişan, berbat sokaklarda tavuklardan başka bir şeye rasgelmedik. Gübreler meydanda idi. Köpekler, havlaya havlaya toplanıyorlar, arkamızda gürültülü bir yuva alayı teşkil ediyorlardı. Kadınlar bizi görünce kirli örtülerine iyice sarınıyorlar, biz gelinceye kadar oldukları yerde taş gibi duruyorlardı. Sanki asırların içinde izleri kaybolmuş, bir harabe içindeydik. Gördüğümüz bitkin, sefil ihtiyarlar merak edip yüzümüze bile bakmıyorlar, verdiğimiz selamları almıyorlardı.

Kahve, hayvanları kaçmış bir ahıra benziyordu. Kenarları koparılmış boş yemlikleri andıran peykelerde esvapları birbirine uymayan beş on kişi oturuyordu. Hiçbirisi yüzümüze bakmadı.

Susuyorlardı. Efruz Bey bu kadar büyük, bu kadar âlim bir adamın kendisine söyleyecek bir laf bulamamasına şaştı. Şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Duvarlar meşhur büyüklerin resimleriyle doluydu. Bir köşede koca bir küre duruyordu. Kütüphaneler ağzı ağzına kitapla doldurulmuştu. Böyle bir odada oturan adam ömründe kitap açmasa âlim olabilirdi.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *