Kenan Nasıl Kurtulur?

[Sevgili okuyucu bu yazı en başta kendime yazılmış bir not niteliğindedir, dolayısıyla uzman-oğlu-uzman modunda kestiğim ahkâmlar küstahlık olarak algılanmasın lütfen.]

Birinci bölümde Dinmeyen Sızı adlı Türk filminden bahsetmiştim. Dertler insanı Kenan’ın “etrafımızdaki vurdum duymazlığa, ruhsuzluğa, korkunç kayıtsızlığa karşı zavallı bir mücadeleyle karşı koyuşu“nu izlemiş ve şu soruyu sormuştuk: “Peki ama Kenan nasıl kurtulur?” İşte bu yazıda kendimce bir cevap arıyorum. Bu yazının anlam kazanabilmesi için Dinmeyen Sızı başlıklı yazımı mutlaka okumanızı öneriyorum.

Öncelikle dürüst olmak gerekiyor. Kenan’ı başına gelen kimi olaylar gerçekten bakış açısı değişikliğiyle kolayca atlatılacak türden değil. Adamın karısı ortağıyla bir olup onu arenada dımdızlak bırakıyor, bir başka ifadeyle adamın hayatının ortasına atom bombası patlatıyor. Böylesi yüksek yoğunluklu negatif olaylar arasında düşük yoğunluklu negatif olaylar da olması gerekenden çok daha büyük etki yapıyor. Normal bir zamanda gülüp geçilecek bir durum bile koca bir dramaya dönüşebiliyor. Dolayısıyla, Kenan’ın yerinde olan on kişiden dokuzu benzer bir psikoloji de olurdu. Ama zaten bu yazının konusu da o geriye kalan o bir kişi olabilmek.

Keser Döner Sap Döner, Gün Gelir Hesap Döner

Kenan’ın yaptığı ilk hata uzun vadeli düşünmemesidir. İnsan başına kötü bir şey geldiğinde kader denilen mekanizmanın hep aleyhte işlediğini düşünerek lanet okur. Gerçekten de böyle bir durum vardır. Kötülük arka arkaya gelip kombo çekmeyi sever. Öte yandan kaderin insanın lehine çalıştığı kural setleri de vardır. Örneğin bu hayatta parayı nasıl kazanacağını bir defa öğrenirsen, ne kadar yumruk yersen ye mutlaka tekrar ayağa kalkarsın (ekonomik açıdan). Kenan bunun en bariz örneğiydi. Her şeyini kaybedip beş parasız kaldıktan on yıl sonra tekrar zengin (hatta daha zengin) bir adam oluyordu. Mesele sadece ekonomiyle sınırlı değil, kader mekanizmasını mükemmel şekilde çözmüş olan atalarımız şöyle buyuruyorlar: “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner”. Gerçekten de gün geliyor, Kenan’a kötülük yapanlar Kenan’ın avucuna düşüyorlar. Ve Kenan bu durumda onlara kötülük yapmak yerine onlara acıyarak bakıyor. Kesinlikle yapılabilecek en iyi şeyi yapıyor. Buraya dikkat, bence önemli olan gücü kullanmak değil gücün elinde olduğunu bilmektir. İsterse kendisine kötülük yapanlara, düşmanlarına? zarar verebilir, bunu düşmanları da biliyor. Ama o bunu yapmıyor. Çünkü onları düşman olarak görmek onları fazla ciddiye almaktır. Onlar sadece hayatta kalma iç güdüsüne kendilerini ve yaşamlarını kaptırmış kişiler. Ayrıca Kenan onlardan intikam almaya çalışsaydı şimdikinden daha iyi olmazdı, (bknz. Ezel Bayraktar). Dolayısıyla bırakalım geçmiş geçmişte kalsın. Tabi ki bu geçmişi unutalım demek değil, tekrar ediyorum geçmiş geçmişte kalsın.

Evet uzandığım yerden, çayımı yudumlarken Kenan’a şu öğüdü vermeden edemiyorum: Kısa vadeli dertlerine odaklanmak yerine hayata, kendi hayatına, uzun vadeli olarak bakmaya çalış.

İnsanoğlu Çiğ Süt Emmiş

– Kenan filmin en başından bu yana “İnsanoğlu çiğ süt emmiştir aga!” sözünü kanıksamış görünüyor aslında. Gerçekten de insanlardan her türlü manevra beklenebilir. Bu çok iç karartıcı görünse de kötü bir şey değildir. Herkes kendi hayatını yaşıyor ve kendisiyle karşısındaki arasında seçim yapması gerekirse (çoğu zaman) kendisini seçiyor. Bu şaşılacak bir şey değil. İnsanoğlunun hayatta kalma iç güdüsünün bir parçası. İnsanoğlunun doğada hayatta kalma içgüdüsü en gelişmiş yaratık olduğunu hesaba katarsak, tehlike anında etrafındakilere kazık atma dürtüsünün doğuştan (built-in) geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabi ki bu her insanda eşit oranda tecelli etmez ama potansiyel olarak vardır.

Adresim aynı

Böyle buyurmuş büyük filozof ve şarkıcı Kayahan. Ya da cami çıkışı para toplayan emekli amcaların da dediği gibi ne verirsen elinle o gider seninle. Kenan da bunun farkında aslında. Kenan’ın en büyük sıkıntısı yine kendisi. Kendi kendini boğuyor. Yıldırım Önal’ın gerçek hayatında yaşadığı bir çok sorun da yine kendisinden kaynaklı sorunlar. Bizler de öyle, başımıza gelen bir çok sorun kendi küçük veya büyük hatalarımızdan, kimi zaman da göz göre göre yaptığımız, hatta yapmaya devam ettiğimiz yanlışlarımızdan kaynaklı. İnsanlardan kazık yemek, en başta bizim hatamız. Elbette ben burada kötülük yapan insanları aklamaya falan çalışmıyorum. Ben onlarla ilgilenmiyorum. İnsanların neden kötülük yaptıkları çok önemli değil. Önemli olan benim, ya da Önal’ın ya da Kenan’ın kendisine kötülük yapılmasına nasıl ve neden izin verdiği. Zayıf olabiliriz ve bize bir şekilde (bilerek veya bilmeyerek) zarar vermeye çalışanlar bizden çok çok güçlü olabilir ama unutmamamız gereken bir şey varsa hepimiz insanız. Bu konuda sözü daha fazla uzatmadan Yaşar Usta’ya bırakacağım. Yaşar Usta çizginin nasıl çizileceğini muhteşem bir şekilde anlatıyor. Buyrun:

Düşmez Kalkmaz Bir Allah

Bunu unutmamak gerekiyor. İnsanoğlunun başına her şey gelebilir. Bunu hayatın bir parçası olarak görüp yürümeye devam etmek gerek. Bazen yağmur yağar, bazen çamura saplanırsın, bazen aç kalırsın ama bazen de güneş doğar, karnını tıka basa doyurursun, koşarsın, uyursun. Biz insanlar buna hayat diyoruz. Kenan hep karabulutları görse de aslında onun hayatında da en az bulutlar kadar gökkuşağı da var. Pek farkında değil. Belki bir odada yalnız başına korku içinde yaşayan bir oğlu var ama öte yandan bu çocuk çok da akıllı. Hem zeki hem de efendi. Bu çok değerli bir durum aslında. Sadece bunun farkında olmak lazım. Nitekim Kenan’ın oğlu hem okulda örnek bir öğrenci oluyor, hem de tıp fakültesini kazanıp doktor oluyor. Üstelik Kenan hayatı boyunca sefil bir hayat yaşamak yerine zengin oluyor. Çalışırken karşılaştığı eski ortağı onun felaketi olurken, yine çalışırken karşılaştığı yeni ortağı onun kurtuluşu oluyor. Tamamen denk olup olmaması önemli değil. Zaten bu gibi şeyler ölçülebilir de değil. Önemli olan ikisini birlikte görmek. Bu durumda aklıma Sadri Alışık geliyor. Sadri Alışık filmlerinde de açlık, sefillik, kötülük, aşk acısı vs. vardır. Ama Alışık bir şekilde işin güzel tarafını görmeye çalışır. Tamam, hüzünlü ve derin bir adamdır, yeri geldiğinde “bu da mı gol değil” diyerek haykırır hüznünü, ama eğlencelidir be. İşte önemli olan Sadri Alışık olabilmektir. Daha yazılacak var ama okuyacak kişi pek bulunmaz :) Yazıyı Ah Güzel İstanbul filminin açılışıyla kapatıyorum.

Dinmeyen Sızı

Gerçekle kurgunun iç içe geçtiği hüzün dolu ama benim açımdan oldukça ilgi çekici bir film “Dinmeyen Sızı”. Türk filmlerine karşı ortalama bir Türk’ten biraz daha fazla ilgi duyduğumu kabul ediyorum ama yine de Dinmeyen Sızı özel bir ilgiyi hak ediyor. Film, adı üstünde doğuştan kaybeden bir adamın dinmeyen sızısını anlatıyor.

Filmi izlerken özellikle Yıldırım Önal’ın oyunculuğu ve filmde kullanılan (çoğunlukla) gerçekçi ve duru Türkçe dikkatimi çekti. Nitekim film 1972 altın portakal’da en iyi 2. film, en iyi yönetmen (Nejat Saydam), en iyi görüntü yönetmeni, en iyi yardımcı erkek oyuncu (Yıldırım Önal) ve en iyi stüdyo ödüllerini almış. Yıldırım Önal filmdeki kaybeden adama benzer şekilde, aldığı bu ödülü yıllar sonra bir şişe şarap uğruna bir rehinciye kaptıracak ve bir daha ödülü geri alamadan ölüp gidecektir. Yıllar yıllar sonra ise rehincinin oğlu ödülü Antalya Kültür Sanat Vakfı’na geri verecek ve bu tarihten itibaren (1999) Yıldırım Önal Anı ödülü olarak özel bir kategori ile verilmeye başlanacaktır. Film Yıldırım Önal’ın eserinden Nejat Saydam tarafından senaryolaştırılmış. Önal’ı tanımayan biri olarak ahkâm kesmek haddime düşmez ama filmin kendi hayatındaki sıkıntılardan yapılmış bir uyarlama olduğunu söyleyebiliriz sanırım.

Dinmeyen Sızı Yıldırım Önal’a (Kenan) çalıştığı işyerinde oynanan bir oyunla başlıyor. Film, detaya girip bizi kanser etmektense Kenan’ın tok sesiyle 30 saniyede tüm çakallığı özetliyor. Gerçekten de bu kısım çok önemli değil, envai çeşit Türk filminde işlenmiş namuslu adama kazık hikayelerinden birisini alıp buraya koyabilirsiniz. Bu andan sonra bir buçuk saat boyunca Kenan’ın çöküşünü izliyoruz. Elbette bu sadece Kenan’ın değil, karakteri canlandıran Yıldırım Önal’ın da çöküşünden çeşitli izler taşıyor. Bu da Önal’ın gerçekle oyunculuğu harmanladığı çok özel bir gösteriye dönüştürüyor filmi. Filmin sonunda Kenan kendisini başarısız bir baba olarak ifade ediyor ama kesinlikle kendisine haksızlık ediyor. İşin ilginci aynı haksızlığı Önal’ın da kendisine yapması ve daha da ilginci hemen hepimizin kendimize böylesine haksızlık ederek hayatımızı mutsuz hale getirmemiz.

Filmi bir paragrafta özetlemek gerekirse; Kenan işini kaybediyor, eşini kaybediyor, oğlu ile beş parasız kalıyor, oğlunu yalnız başına bir eve yerleştirip üçüncü sınıf bir otelde “her işi yapan” adam olarak çalışmaya başlıyor, ilerleyen günlerde daha iyi bir otelde daha iyi bir iş buluyor, yıllar geçiyor oğlu tıp fakültesini kazanıyor kendisi otel işinde başarılı olup tekrardan zengin oluyor oğlunu evlendirip kanserden ölüyor.

Peki biz izleyici olarak şu soruya nasıl cevap verebiliriz: Kenan nasıl kurtulurdu? Bunun cevabını verebilmek için Kenan’ın lanet hayatına tekrar bir göz atalım?

Geçirdiği bir kazadan dolayı kaptanlıktan atılmıştır.
Kaptanlık sonrasında iyi (hatta fazla iyi) bir iş teklifiyle yeni bir hayata başlamış ancak bir süre sonra Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu hesabı iş yeri kendisini bir takım ayak oyunlarıyla dımdızlak ortada bırakmıştır.
Sevgili karısı bu durumda evi terkedip gitmiştir.
Beş parasız oğluyla baş başa kalan Kenan iş bulmak için çaldığı bütün kapılardan eli boş döner.
Düşene bir tekme daha vurmaktan son derece zevk alan aşifte bir otel sahibesinin yanında iş bulan Kenan, hayatın acı gerçekleriyle yüzleşip her geçen gün yaptığı işin psikolojik ve fiziksel yüküyle ezilir.
Otelde çalışırken iyi bir adama denk gelerek daha iyi bir otelde daha iyi bir iş bulur. Ancak bahtsızlığı peşini bırakmaz ve yeni otele bir kaçamak sebebiyle gelen eski eşinin, eski patronu/ortağı ile birlikte olduğunu, aslında bütün oyunun bu sebeple oynandığını öğrenerek bir darbe daha alır.
Bu sıkıntıları bir şekilde atlatır ve film 10 yıl ileriye gider. Artık Kenan yanında çalıştığı adamla ortak olmuş ve otelin yöneticisi olmuştur. Üstelik oğlu da tıp fakültesini kazanmıştır. Ancak kahpe kader peşini bırakmamıştır. Hayatını felç eden eski ortağının kızı, oğlu Ömer’in sevgilisidir. Her ne kadar durumu olgunlukla karşılamaya çalışsa da ufak bazı yanlış anlaşılmaların da etkisiyle oğlu Ömer’le arası bozulur. Bu durum Ömer’in okulu bitirmesine kadar devam eder. Hayatı yalnız ve biraz da alkolle geçen Kenan en sonunda Ömer’i affeder ve evlenmelerine razı olur. Hatta eski eşini pavyonda bulup, Ömer’in adını lekelememesi adına ona bir ev ve dürüstçe yaşama imkanı da sunar.
Tabi ki bahtsız bedevi Kenan’ın sıkıntıları bu kadarla kalmayacaktır. Kaderin ona oynayacağı oyunlar vardır. Kenan’ın beyninde ölümcül bir tümör vardır. Hastalığını son ana kadar kimseyle paylaşmaz. Bu tümörden kurtulması için yüzde birlik başarı olasılığı olan bir ameliyat imkanı vardır. Ancak Kenan bunu kabul etmez. Bu durumu da şu cümlelerle açıklar:
Ameliyat olmam kurtuluş için yüzde bir ümitti doksan dokuzunda ameliyat masasında kalmak vardı. Doğrusu o kadar çabuk ölmek istemiyordum. Bu günleri gördüm ya artık yeter. Ameliyat olmak için artık çok geç. O yüzde bir ihtimal bile artık ortadan kalktı. Ama şuna inanıyorum ki Allah’tan ümit kesilmez. Artık yoruldum, ama ne olursa olsun işimi başardım. Etrafımızdaki vurdum duymazlığa, ruhsuzluğa, korkunç kayıtsızlığa karşı zavallı bir mücadeleyle karşı koydum. Şimdi kaderin tekmesini sırtıma vurup beni yuvarlamasına pek aldırış ettiğim yok.

Ve Kenan oğlunu evlendirdiği gece ölür. Tabi bir madde olmaya değmeyecek kadar küçük bir sürü üzücü ve kahredici küçük detayı atlayarak bu listeyi hazırladığımı da belirteyim. (Örneğin 10 yaşındaki oğlunu kiraladığı küçücük bir odada yalnız bırakmak zorunda kalması ve sadece haftada bir gün görebilmesi, hamallık yaparken oğluna yakalanması…)
Evet Kenan’ın zift gibi karanlık hayatını ortaya koyduktan sonra içim bunaldı. Bu kara yazıyı buraya kadar yazmış olduğuma pişman oldum. Buraya kadar okuyan okuyucularımdan özür dileyerek küçük bir mola alıyorum. Birazdan Kenan nasıl kurtulurdu sorusunun cevabıyla daha rahatlatıcı bir bölüme geliyoruz.

Dadından Yinmeyen Pozisyon

Çifte İntikam

Türk Silahlı Kuvvetleri yemek parası olarak 10 TL 39 Kuruş ödedi. Tabi ki ordumuzun yemek parası olarak verdiği parayı sağda solda çarçur edecek değildim. En yakın Burger King’e girdim ve 9.75 lik bir menü söyleyerek ordumuzun bana tahsis etmiş olduğu parayı Amerikalılara ve Ömer Üründül’e kaptırdım. Kasadaki hanımefendi uzattığım 10 TL üzeri olarak 25 kuruş bozuk olmadığı gerekçesi ile 50 kuruş verdi. O anda Türk milletinde standart pakette gelen “her türlü açıktan faydalanma” geni baskın geldi ve şöyle bir plan kurdum.

Burger King’de ketçap ve mayonez dışındaki soslar 25 kuruş karşılığı ücretle verilmekteydi. Dolayısıyla yemeği alıp masaya bırakacak ve tekrar kasaya dönerek 50 kuruşu uzatıp bir adet paralı sos isteyecektim. Tabi ki bozuk para olmadığı için kasadaki hanımefendi sosu bedavaya verecekti. Bununla da yetinmeyip elimdeki sosu masaya bırakıp geri dönerek farklı bir ikinci sos isteyecektim. Plandaki iki defa gidip gelme, böylece herhangi bir itiraz durumunda çamura yatma gibi sıçan işi manevraları farkettiniz sanırım. Plan en ince ayrıntısına kadar olmasa da baya bir ince hesap içeriyordu. Küçük hesapları çok iyi yapan ortalama bir Türk olarak 2 saniyelik düşünme sonucunda planı hayata geçirmeye karar verdim. Üstelik bu planlayüce ordumuzun vermiş olduğu parayı çok faydalı kullanmış olarak ordumuzun gözüne girecek, hatta ince ayrıntılar üzerinden yaptığım bu planla taktik zekamı ortaya koyarak askerliğimi bir general olarak yapmanın yolunu açacaktım. Bununla da kalmıyordu. Burger King’e geçirmiş olduğum 25 kuruşlar sayesinde Amerika’dan çuval olayının, Ömer Üründül’den de dünya kupasının intikamını alacaktım. Düşündükçe kendime hayran oluyorum dostlar, bu nasıl muhteşem plandır. Tam planı uygulamaya geçirecekken Türk milletinde çok daha baskın olan bir başka gen devreye girdi. Ağzımı yayıp, tatlı tatlı gülümseyerek, takınabileceğim en şirin pozisyonu takındım.

Ordudan aldığım 10 TL yemek parasını sizinle paylaştığıma göre siz de bana gizli bir asker kıyağı yapıp iki sos verirsiniz değil mi :@!P =))

Kasadaki hanımefendinin dizlerinin bağı çözüldü, bilimum işve ve cilve ile 2 adet sosu tepsime yuvarladı. Bu manevrayla askerliğimi er olarak yapmayı garantilemiş oldum ama en azından intikamımı da almış oldum. Şimdi soruyorum sayın Üründül yoruma açık bir pozisyon mu?

Yine Yeniden

Vay anasını sayın seyirciler heyecan ve panik içindeyim. İlkokulda servisin kapısını tutan bir Muarrem vardı. Muarrem servise ilk biner son inerdi. Tek amacıysa muavin olmaktı. Hep ayakta durur, inene kapıyıaçar, binenin elinden tutardı. Sanırım okula da Muavin Muarrem olabildiği bu ölümsüz dakikalar uğruna gidiyordu. Neyse bu Muarrem’in bir başka çılgın özelliği daha vardı. İlkokul beşe giden Muarrem ağzına bir “büyük adam” küfürü dolamıştı. Bizim yaşımızda birinin bu küfürü etmesi bizim o kadar komiğimize giderdi ki kahkahalarla gülerdik. Biz de biraz malmışız tabi o dönem, neyse işte.Daha fazla uzatmadan konuya geleyim, Muavin Muarrem’in deyişiyle ananı arvadını! Mad Max serisinin devamı çekiliyor, hem de bir değil iki değil tam üç film.

Beyler benzin pompalanmış bir intihar makinesinden bahsediyoruz burada. Ne diyon yeaa diyen varsa aşağıdaki fotoya baksın sonrasında devam edelim.

mad-max.jpg (47.399 bytes)Herifçioğlu!

Mad Max serisiyle ilk ne zaman karşılaştığımı hatırlamıyorum. Ama tahminen Muarrem’li yıllara tekabül ettiğini söyleyebilirim. 90′lardan bahsediyorum. Aksiyon filmlerinde örümcek robotlar arabaları patlatırdı o dönemler. Rambo (sonradan Wesley Snipes olduğunu öğreneceğimiz) sarı çiyanı kovalıyordu. Çok severdim bu filmleri. İşte bu dönemin en kral filmlerinden biriydi Mad Max. Hatta hiç unutmam bir gece yayladayız arkadaşlarla balkonda oturuyoruz. Soğukta titrek enişte modunda laflarken yan komşuda bu Mad Max başladı. Biz de perde arasından, pencere yarısından röntlemeye başladık. Ses yok görüntü var hesabı. Film bir sardı, İngilizce bilmeden dudak okuma metoduyla tüm filmi izledik (gerçi sonlara doğru komşu perdeyi kapatmış olabilir, sonuçta üç beş ergen organize bir şekilde evi dikizliyor, insan görmesede bakış yoğunluğunu hisseder .

Neredeyse Çılgın Max kadar çılgındık o dönemler, dağlara çıkar ezan okurduk (yes baby!). Deri görünümlü triko ceketler giyer, örme eldivenlerin ucunu keserdik. Kırmızı lazerle köpek oynatır, dürbünlü tek saçmayla çinçik (serçe) indirirdik. Dedim ya Çılgın Max gibi vahşiydik o zamanlar. O günlerden beri severim post-apocaliptik filmleri. Müşteri geldi birazdan dönüyorum. Buyrun efendim…

Entellektüel esnafınız geri döndü. İki reyhan bir biber sattık, çok güzel kokuyor namıssızlar. Neyse ne diyordum azizim, hah post-apocaliptik filmler. Mad Max, Judge Dredd, The Postman, Waterworld, Soldier, 28 Days Later gibi filmlerden bahsediyorum. Herkesin seveceği filmler olmamakla birlikte genellikle, futuristik, punk temalı, çoğunlukla distopyan bir havası vardır. Bu filmlerin hepsi birbirinden lezzetli olmakla birlikte Mad Max’in yeri ayrıdır.

Yeni filme gelelim dostlar. Mel Gibson (sanırım yaşlandığından olsa gerek) yeni seride yok onun yerine karşımızda Max olarak Tom Hardy var. Caps isteyenler için gelsin.

tom-hardy.jpg (27.938 bytes)
Gideri var hacı

sabri.jpg (13.705 bytes)
Bi yerden tanıdık!

Elemanın bir iki resmini daha koyacaktım da baktım sayfada fazla erkek resmi oluyor, homofobik yanım baskın geldi vazgeçtim dileyenler googledan aratsın herif hayvan. Sabri’nin yandan yememişi olması dışında tipolojide sıkıntı olmadığına göre kızı vermeden önce oyunculuk mevzusuna bakalım. Bir iki röportajına baktım adam aklı başında efendi uslu işine sımsıkı sarılan birine benziyor. Üstelik daha önce bu yazın en çok beklenen filmi ilan ettiğim Inception’da da oynamış. Christopher Nolan beğendikten sonra bize laf düşmez hoca.

Senaryoya gelince neredeyse hiçbir şey belli değil. Yani belli de bana söylemiyorlar. Ama anladığım kadarıyla Mad Max kaldığı yerden devam etmeyecek, ortam günümüz bakış açısıyla yeniden kurulup bu çerçevede yeni bir hikaye oluşturulacak. Çok şey belirsiz olduğu için mevzuya fazla dalmıyorum. Heyecanlıyım çünkü Mad Max’i beyaz perdede izleme keyfine mashar olacağım. Panikteyim çünkü bir çocukluk efsanesi daha rezil rüsva edilebilir. Sözün bittiği yerdeyiz dostlar, hayırlısı diyorum ve filmde oynaması muhtemel bir hanımefendiyle yazıyı sonlandırıyorum.

charlize-theron.jpg (28.409 bytes)
Charlize Theron da Filmde

95 Yaşında Neden İntihar Edilir?

monicelli-kacar.jpg (15.882 bytes)
Monicelli kaçar…

Bugün gazetelere yansıyan küçük bir haber vardı, 95 yaşındaki İtalyan yönetmen Mario Monicelli intihar etmiş. Haberde çok fazla detay yok. Sadece bir hastane penceresinden atladığı belirtilmiş. Monicelli gerçekten mükemmel bir yönetmendi diyemeyeceğim, çünkü itiraf etmem gerekirse hiç tanımıyorum. Ölümüyle ilgili biraz daha fazla bilgi bulunabilir belki ama ben bu bilgiyi zihnimin derinliklerinde arayacağım.

Muhakkak ki intiharın her türlüsü kötüdür ama 95 yaşında birisinin intihar etmesi çok farklı bir durum. Neden? Sevgili Monicelli intihar için biraz geç kalmadın mı? Belki de intiharının sebebi de buydu, her şeye geç kalması… Bilemiyorum. Monicelli’nin bu davranışından hayatta her şeyi erteleyen bir adam olduğunu görüyorum. Allah bilir kaç yıldır aklında intihar. Bu kadar zaman ertelemek…

Bir isyan? Öyle ya da böyle 95 yıl yaşayıp intiharla bitirmek. Bir isyan olsa bile çok etkisiz bir isyan oluyor. Şimdi 95 yıl yaşadıktan sonra lanet olsun bu dünyaya bu da benim isyanımdır kardeşim deyip koşa koşa atlamak açık pencereden, diyorum ya bilemiyorum…

Bir yanlışlık? Monicelli gözlerini açtı ve buğulu beyaz bir sahne gördü. Sahne öylesine yalın, öylesine sadeydi ki, kendini tutamayarak bu kadar minimalizm de biraz fazla heheh diye güldü. Yine Nuri Bilge Ceylan, yine beyaz, yine dakikaların akması ama hiçbir şey olmaması. Sonra görüntü biraz değişmeye başladı. Kadraja hafif sarı bir hortum girdi. Hortum git gide belirginleşti ve Monicelli’nin burnuna girdi. Üç boyutlu filmlerdeki gerçek algısının ne dereceye vardığını hayretle gözlemliyordu. Vay ulan minimalist dedik Nuri burnumuza fortum soktu heheh diye sırıttı tekrardan. Sonra uzaktan çok uzaktan siyah bir at sineği göründü. Usulcacık, hiç acele etmeden, iki ileri bir geri ilerleyen mehteran atı sineğiydi bu. Sinek kelebek gibi uçup arı gibi kondu Monicelli’nin burnuna. Monicelli filmin odağında burnunun olduğunu anlamıştı ama anlamadığı şey sineğin nasıl olup da burnunu kaşındırdığıydı. Noluyo lan! Hadi bee!

mario-monicelli.jpg
Bu beyazlık, bu sinek, bu fortum, bu kaşıntı, bu sucuk kokusu. Evet hastanedeydedi. Dakikalardır baktığı beyaz perde hastanenin badanalı tavanıydı. İhtiyarlıkla bozulan gözleri, geçmişiyle bir olup ona kahpece bir oyun oynamıştı. Bıbpppjjt diyerek kovdu sineği burnundan. Burnundaki hortumu söktü attı. Mezardan kalkan zombi edasıyla dikildi yatakta. Duvardaki saate takıldı gözü. Saat 19:30′du. Bu defa da saatin altındaki takvime takıldı gözü. Yakını görmekte zorluk çekse de Milan için akşam ezanı vaktini okuyabilirdi ama okumadı onun yerine bugünün tarihine baktı 23 Zil-Hicce 1431. “ordan 622 ekle, her 32′de bir yıl artsa, böl 32′ye… kaldı mı dohuz… “ . Monicelli gözünü kırpmadan taş kesilmiş ulan gibi takvime bakarken, hemen solundaki yatakta ekmek arası sucuk yiyen hasta da “herif manyak” diyerek Monicelli’yi izliyordu. Dakikalar belki de saatler sonra “29 Kasım 2010 Pazartesi” diye bağırdı Monicelli. Bir yaklaşık sonuçla bulmuştu doğru tarihi. Kafasını takvimden çevirmeden elini yavaşça sol tarafa uzattı, höst diye bir ses duydu, pardon hacı deyip yine başını takvimden çevirmeden bu defa öbür eliyle uzandı ve yandaki sehpanın üzerinden bir kağıt parçasını kaptı. Kağıda hızlıca bir şeyler karaladı. Çok sağlam bir kupon hazırlamıştı. 95 yıldan sonra ilk defa içinden bir ses “bu defa götüreceksin malı hibino heheh” diyordu. Dile kolay 95 yıl, oynanan binlerce kupon, kaybedilen milyonlar, yitirilmiş umutlar ve 15 dakika sonra başlayacak bir dünya derbisi, el classico. Misli kupon doldurmuştu, bütün mal varlığını yatıracaktı. Elinde tuttuğu kupona son bir kez baktı, 5-0 Barça, ya tutarsa heheh. Galatasaray Beşiktaş maçını kaçırdık ama bu maç kaçmaz hacı diyerek zıpladı yataktan. Ani kalkışla düşen şekerini farketmeden ışığa doğru yöneldi. Ardına kadar açık pencereden ışığa adımını atıp boşluğa doğru düşerken dudaklarından şu cümle döküldü; “bu da mı gol değil?”

Hayatı boşa almak

Kontak Kapatmak

Bazı yollar vardır hafif eğimli. Öyle ki, arabayı viteste tutarsan motor freni nedeniyle araba durur. İlla ki biraz gaza basman gerekir. Böyle yollarda ben biraz daha radikal bir yaklaşımla arabayı boşa alıp kontağı kapatırım. Müthiş bir sakinlik ve dinginlik verir. Yavaş ama usuldan ilerler araba. Bir iki defa frene dokunursun, fren şişmeye başlar, biraz heyecan duyarsın ama çok az. Bisiklette el bırakmak gibi bir şeydir. Hafif rüzgar ve teker sesinden başka bir ses yoktur (ODTÜ’de var bu yollardan). Sanki zamandan çalmış gibi hissederim kendimi. Teleportasyon gibidir. Gözü kapatıp açma anı gibidir. Felekten an çalmaktır.

Boşa Almak

Kıvrıla kıvrıla uzun ve zorlu bir yokuşu çıktıktan sonra boşa almak bahsettiğim. Bu daha hızlıdır, daha tehlikelidir. Belli bir çaba ile çıktığın, zaten gideceğin bir yolu biraz daha hızlı, biraz daha güvensiz, biraz daha boşvermiş inmek bahsettiğim.

Ya Hayat?

Peki kafayı boşa almak mümkün müdür? Eninde sonunda yaşayacağın zamanı boşta geçmek… Kafa tasının içindeki CPU’yu rölantiye alıp, gözü kapatmak, düzlükte uyandırmak üzere kalbi kış uykusuna yatırmak mümkün müdür? Peki ya kontak kapatmak. Kafadan kontak denilen bu mudur acaba? Hayatta enerji tüketen her şeye “boş ol” diyebilmek mümkün müdür?

Her şeye boş ol diyerek boşa alsan kafayı, kapatabilsen kontağı en fazla n’olur?

En fazla frenin patlar…

Onu Alma Beni Al

Eğer ev için alışveriş yapmasını bilmiyorsanız kendinizi süper sızma süzme zeytinyağıyla patates kızartırken bulabilirsiniz. Aklıma pazardaki Adile Naşit teyzeler geliyor. Eşarbını boğazının altından bağlamış, elinde pazar çantası tezgâhlar arasında dolaşarak hedefi tam 12′den vuracak mallar arıyor. Öyleki aldıkları ailenin (nesillerin) devamı için %100 etkili olacak. Az zamanda çok ve büyük işler başarır bu teyzeler. Sanki tezgâhları kendi dizmiş gibi gider gerekli malzemeleri seçer, alır ve yarım saat içinde tekrar eve dönüş yoluna düşer. Bu teyzelerden her eve lazım.

Hele ki bekar/öğrenci evindeyseniz. Bizim yaptığımız üç aşağı beş yukarı şöyle; Tansaşa git, sepet arabayı al, reyonların arasında dolaş, hoşuna gidenleri arabaya at, çaktırmadan arabaya yüklenerek kay, reyonlar bitince geri dön, tekrar reyonların arasında dolaş, unuttuğun gereksiz bir şey varsa sepete at, kasaya gel, kasiyerin yüz bilmem kaç milyon TL demesine şaşırmamış gibi yap, 400 milyon limitli University Card’ını uzat, kafadan limit hesapları yap, malzemeleri poşete koy, eve git, aldıklarından en az birisini kasadaki poşet zulasının altında unuttuğunu farket, emin olmak için fişi kontrol ederken aldıklarından en az birisinin iki kere geçirildiğini farket, neyse diyip aldığın abur cuburlarla 16 saattir yemek girmeyen mideni biraz doldurduktan sonra aldıklarının bir adaya düşsen dahi yanına almayacağın kadar gereksiz şeyler olduğunu farket, otur ve nerde yanlış yaptığını düşün!

Şimdi defalarca bu duruma düşen bizler (bizleri tanımlamaya gerek duymuyorum, ama yine de tanımlayayım, bu duruma hayatında bir kere de olsa düşen herkes bizdendir) mücadele için çeşitli yöntemler geliştirdik. Bu yöntemler kişinin genetik şifresinden, sosyo-kültürel yapısından, hangi takımı tuttuğuna kadar değişir. İlk akla gelen ve en etkin yöntem evlenmek Evet oldukça basit ama şaşırtıcı derecede efektif bir yöntemdir. Fiyat/performans olarak oldukça iyidir. Ancak bazı yan etkileri olduğu konuşulmaktadır Bunlara şimdi girmeyeceğim, ama bu yan etkilerinden dolayı riskli ve konforsuz bulunarak bir çok arkadaşımız tarafından tercih edilmeyen bir yöntemdir.

Bir başka yöntem en ucuzun bir pahalısını almak şeklinde ortaya çıkmıştır. Böylece alacağınız malzemeyi alternatifleriyle karşılaştırıyor ve belli oranda iyileşme sağlayabiliyorsunuz. Ancak bu sınırlı bir iyileşme sağlar. Bunu diğer yöntemlerle kombine şekilde kullanmak gerekiyor (evlenme için en ucuzun bir pahalısını almak iyi olmayabilir ).

Bir başka mücadele yöntemi, açlıktan ölecek dahi olsan alış-veriş yapmamaktır. İlk duyulduğunda mantıksız gibi duran bu cümle “karnını doyurduktan sonra alış-veriş yap” cümlesiyle beraber düşünüldüğünde anlam kazanmaktadır. Yine başka bir yöntem, Tansaştan alma, BİM’den aldır. Bütün reyonların seni alış-verişten soğutmak için tasarlandığı BİM’de kendini kaptırsan bile 50 ytl üzerinde bir meblağ çıkaramazsın.

Bir başka yöntem, marketin girişinde dergileri karıştırır gibi yapıp erketeye yatmak ve yazımın başında belirttiğim adile teyzelerden biri gelince hemen arkasına takılarak onun aldıklarından almak, almadıklarından almamak düsturunu uygulamaktır. İmar bankası gibi bir yöntemdir. Çok kazandırır. Ancak risklidir. Bu teyzeler çok hızlı hareket ederler, gözden kaçırdığın anda elinde kara lahanayla kalabilirsin. Yakın markaj başarı getirir.

Bunun gibi daha bir çok yöntem geliştirilmiş ve tekrar tekrar geliştirilmektedir (bir eticaret projesi fikri mi doğuyor?). Bu satırları okuyan, konservecilere, makarnacılara, şinitselcilere, meyvacılara selam ederim

NOT: Tansaşa giderseniz 3 nolu kadadaki kıza dikkat, aklı bir karış havada, genelde iki kere geçiriyor

Dikiz Aynası

Magirus dolmuş durağa yanaştı. Şoför başını oynatmadan, dikiz aynasından dolmuşu süzerek seslendi, “Boşluğa doğru ilerleyelim!”. Muammer pek umursamadı. Koltuklara doğru biraz daha yaklaşmakla yetindi. Böylece yeni binenler arkasından geçip boşluğa doğru ilerledi. Muammer dolmuşta ayakta durmayı sevmiyordu.

… bugün dolmuşa bindim …

Yeni binenlerden biri parayı Muammer’e doğru uzattı ve ekledi, “Şurdan bir kişi verir misiniz?”. Ayakta durmayı sevmiyordu çünkü boynunu bükmesi gerekiyordu. Zaten sıska bir tipti. Böyle daha kötü görünüyordu. Parayı öndekine doğru uzatırken 100 liralık banknot olduğunu farketti.

… biri 100 milyon uzattı …

Gayri ihtiyari olarak, kim bu densiz dercesine başını parayı uzatana çevirdi. Yirmili yaşlarda genç bir kadın. Muammer’in ona ne için baktığını anlayıp en sempatik haliyle bozuk yok anlamına gelen bir hareket yaptı. Muammer kadının bu şirin haline gülümsemeden edemedi.

… kadının biri 100 milyon uzattı …

Muammer parayı şoföre doğru yolladı. Şoför parayı alınca, yine başını oynatmadan dikiz aynasından tüm dolmuşa ters bir bakış attı. Bu sessiz fırçanın ardından cebinden çıkardığı kâğıt para zulasından parayı bozdu ve böylece kriz çözüldü. Muammer paranın üzerini uzattıktan sonra dolmuşun sarsılmasından da faydalanarak hafif açıyla kadına doğru döndü. Kadın bariz şekilde dolmuşa yakışmıyordu. Giyimiyle kuşamıyla bunu açıkça belli ediyordu. Fakat yüzünde herhangi bir memnuniyetsizlik ifadesi yoktu. Daha doğrusu bir ifade yoktu. Muammer’in bu yüzeysel incelemelerini şoför yine başını çevirmeden dikiz aynası kanalıyla böldü. “Bir yardımcı olalım, ışığı geçene kadar çökelim.” Ayaktaki herkes çöktü. Yaşlısı genci, fakiri zengini herkes çöktü. Şoföre yardımcı oluyorlardı. Yardımsever insanlardı. Kadın da çöktü. En son Muammer çöktü. Bazı insanlar geç çöker. Muammer çömelmiş vaziyette kadınla yan yana ilerlerken ona karşı bir yakınlık hissetti. Tüm bu şatafatına ve güzelliğine rağmen o da Muammer’in yanına çökmüştü.

… güzel bir kadın çöktü …

Işığı geçtiler, şoför kalkınız komutunu verdi -dikizden. “Pazara kadar inecek var mı?” diye sordu ardından. Arkalardan cılız bir ses yükseldi, “Var!”. Şoför duymamazlıktan gelerek tekrar sordu, “Yolda kaza olmuş, trafik çok sıkışık, pazara kadar inecek yoksa kestirmeden gideceğim,”. Arkadaki cılız ses kendince biraz daha güçlü bir şekilde “Var!” dedi. Ancak şoförün ustaca yaptığı vites değiştirme manevrası sayesinde bu ses Magirus’un motor gürültüsüyle eridi. Şoförün hâla sesi duymadığını iddia etme hakkı vardı. Muammer artık müdahale etme zamanın geldiğini anladı. “VAR!” diye kükredi. Muammer’le şoför dikiz aynası üzerinden göz göze geldiler. Dolmuşçunun arabesk bir suratı vardı. Kafa Orhan Gencebay’dan, gözler ve burun Müslüm Gürses’den, bıyıklar İbrahim Tatlıses’den, ses ise Ferdi Tayfur’dan alıntıydı. Çok arabesk dinlemekten mi bu hale gelmişti yoksa bu halde olduğu için mi arabesk dinliyordu bilinmez. Şoför, son anda kestirmeye girmekten vazgeçtim hareketi yaparak dolmuşu güzergâhına soktu. Muammer tekrar kadına döndü. Dolmuşçunun suratından kadının yüzüne geçince çocukken prize çatal soktuğu günleri hatırladı. O zaman da böyle çarpılmıştı.

… çok güzel bir kadın çöktü …

Dolmuş yüz metre gitmemişti ki, az önceki cılız sesin sahibi kadın, “İnecek var!” dedi ve indi. Tüm dolmuş şoke olmuştu. Sadece bu kadar mesafe için dolmuşu böylesi bir trafiğin içine sokmuştu. Neyse ki kız dolmuştan indi ve “dolmuş baskısı”ndan kurtuldu. Ancak tanrılar kurban istiyordu. Dolmuşun reisi olan şoför ise çoktan Muammer’i seçmişti. Cılız sesli kadından boşalan yere güzel kadın oturmaya yeltendi. Ancak koltuğun dolu olan kısmında bulunan lise çağlarındaki çocuk, kadın ve Muammer’i sevgili sanarak ikisine birden yer verdi. Muammer az kalsın sevinçten kafasını tavana vuracaktı. Kadın olup bitenden habersiz bir şekilde koltuğa oturdu, yanına da Muammer. Koltuğa oturmasıyla yoğun trafikten ancak kımıl kımıl hareket edebilen dolmuşun şoförüyle göz göze gelmesi bir oldu. Dikiz aynası öyle bir alet ki görmek istediğiniz herkesi görebiliyorsunuz. Malesef bazen görmek istemedikleriniz de sizi görebiliyor. Dikiz aynasının bir tarafında arabesk suratıyla şoför diğer tarafında inanılmaz güzellikteki yüzüyle yanında oturan kadın duruyordu. Şoförün grotesk suratından kadının yüzüne geçiş yaptıkça yüz daha da güzelleşiyordu.

… inanılmaz güzellikte bir kadın yanıma oturdu …

Şoför trafikte sağdan girip soldan çıkarak kutu şeklindeki dolmuşu insan üstü bir gayretle ilerletiyordu. Sık sık kornaya basıyor, her boşluğa dolmuşun burnunu sokuyor, resmen dişiyle tırnağıyla makineyi taşıyordu. Omuzlarındaki dert yükünü biraz olsun hafifletsin diye müziğin sesini açtı. “… sonn defaa şöylee bir yüzümee baktınnn …” Bir de sigara yaktı. Tüm bu kargaşa içerisinde fırsat buldukça aynadan Muammer’i kesiyor, adeta hepsi senin suçun diyerek dumanını üflüyordu. Muammer’se dolmuş baskısını liseli çocuğun yaptığı jestle çoktan üzerinden atmıştı. Demek ki kadınla kendini birbirlerine yakıştırıyorlardı. Tamam belki biraz sıskaydı ama en nihayetinde yakışıklı adamdı. Üstelik koltuğa oturunca daha da iyi görünüyordu. Şoförün parazit yapıp araya kafa uzatmalarına rağmen dikiz aynasından sürekli yanında oturan kadını izliyordu. Gerçekten de çok güzel bir kadındı. Ayna üzerinden kadının gözlerine baktı. Artık bir geçmişleri vardı. Beraber para uzatmışlar, beraber çökmüşler ve şimdi de beraber oturuyorlardı. Yanyanaydılar. Aralarında bariz bir sıcaklık vardı. Bir anda dolmuş koltuğunu teleferik koltuğu olarak hayal etti. Teleferikte müthiş manzara eşliğinde yanyana gidiyorlardı. Kadın ne kadar da mutluydu. Dünya saadeti böyle olurdu. Son nokta buydu. Muammer’in hülyalı ve nemli bakışlarını kendi üzerine alınan şoför, ölü balık bakışıyla karşılık verince Muammer titredi ve kendine geldi. Şoförün tarla sürer gibi dolmuş sürmesiyle trafikten kurtulmuşlardı. Artık pazara doğru dolu dizgin ilerliyorlardı.

… çıplak gözle görebileceğin en güzel kız yanıma oturdu …

Dikiz aynası dış bükeydir. İnsanı da eğip büker. Şoför biraz da ondan yamuk görünüyordu. Aynaya yakın olduğu için kafası, bıyıklı bir ampülü andırıyordu. Muammer hapşurdu. Daha çok haykırdı. Tüm yolcular yerinden zıpladı. Şoför bile “Allah!” diyerek irkildi ve refleks olarak direksiyonu hafifçe sağa sola oynattı. Dolmuş yalpalayarak savruldu. Yine şoförün insan üstü gayretleriyle kendini toparladı. Muammer bir hapşurukla dört tonluk dolmuşu sarsmıştı. Böylesi bir ölüm tehlikesini atlattıktan sonra kadın “Çok yaşa!” dedi. Muammer elinde hissettiği partikülleri saklamaya çalışarak “Sen de gör,” diye cevap verdi. Bazı anlar hayatta bir defa olur. Bu da onlardan birisiydi. Muammer’in hayatındaki en faydalı hapşuruk buydu. Elbette elindeki jöle kıvamındaki organik madde gibi bazı yan etkileri olmuştu ama kadınla artık “senli benli” olmuşlardı. Siz biz kalmamıştı aralarında. Bu her şeyden önemliydi. Artık bazı şeyler aşılmıştı. Ortak bir geçmişleri olduğu fikri iyice pekişmişti. Dikiz aynası tümsek aynadır. Bu aynada herkes çirkin görünür. Ama Muammer’in yanında oturan kadın dikiz aynasında bile güzel görünüyordu. Hem de öyle böyle güzel değil.

… dünyanın en güzel kadını bana çok yaşa dedi …

Bu saatten sonra Muammer ölmezdi. O çok yaşayacaktı. Gerçekten de çok yaşadı. Hayat çok garipti. Ne zaman ne olacağı hiç belli olmaz. Askerden yeni gelmişti. Henüz doğru düzgün bir işi yoktu. Tüm enerjisini iyi bir iş bulmaya harcıyordu. “Böyle şeyler”le uğraşmak aklının ucundan bile geçmiyordu. Bir taraftan kızı “dikizlerken” bir taraftan da annesini düşünüyordu. Acaba kızı beğenecek miydi? Tamam belki biraz süslü püslüydü. Ama bugünkü tavırlarıyla böyle şeylere önem vermediğini açıkça belli etmişti. Bunu öğrendikten sonra annesinin de itiraz edeceği bir şey kalmıyordu. Önemli olan masrafları karşılamaktı. Acaba ne kadar masraf çıkardı. Anlaşılan karşı tarafın hali vakti yerindeydi. Ama ne olursa olsun erkek tarafının yapacakları belliydi. O konularda kırmızı çizgilerini çekmeliydi. Öyle içgüveysi gi

-İnecek var!

Kadın dolmuştan indi. Muammer camdan kadına bakakaldı. Dikiz aynasında artık şoför ve boş koltuk vardı.

Bir olur muydu atlas kumaşla kara çul? Elbet yollar ayrıldı bir gün, Her biri kendi yurduna gitti *

 

11.11.2007 Gürkan Caner Birer

*Mevlana

Anahtar

Gece sıfır üç, adam iş yerinden ayrıldı. Gece sıfır üç otuz üç adam hastanede uyandı.

Hava rüzgarlı, bulutlar yer yer ay ışığını kapatıyor. Sokakta doğal olmayan tek ses yanıp sönen bozuk sokak lambasından geliyor. Ancak bu fazla sürmüyor. Birinci saniye, acı fren sesi ve birinin elinden fırlamışçasına havada taklalar atarak direkte patlayan araba. İkinci saniye, metalik pelte ve ayışığında saygıyla eğilmiş direk. Üçüncü saniye, sessizlik ve istifini bozmadan yanıp sönen sokak lambası. Dördüncü saniye, yol kenarında yattığı yerden doğrulan bir adam; iş yerinden ayrılan adam.

Burnu kanamıyor. Burnu bile kanamıyor. O zaman sağlıklı. Ayağa kalkıyor arabasına doğru yürüyor, eski arabasına. Yürüyor ama havada. Yerden bir karış havada yürüyor. İnmeye çalışıyor inemiyor. Burnuna bakıyor, kanama yok. O zaman sağlıklı. Başının arkasından birisi fısıldıyor; fısır fısır. Başını çeviriyor kimse yok. Havada yürümeye devam ediyor. Yavaş ama emin adımlarla ilerliyor. Kişisel gelişim kitaplarında yazdığı gibi. Sağından ve solundan deniz anaları ilerliyor. Geriden gelerek onu geçiyorlar. Daha yavaş ama daha emin adımlarla. Rengârenkler. Neredeyse sokağı ufak çaplı bir diskoya çeviriyorlar. Süzülüyorlar havada. Belli ki bu işi çok iyi biliyorlar. Çalışılmış pozisyon. Fısır fısır -kimse yok. İlerliyor ama sakin. Panik yok. Gerek yok. Acelesi yok. Yavaş yavaş gidiyor. Pembe deniz anası adama dönüyor. Kafa sallar gibi yapıyor, annesi yemeğe çağırıyor, kendi anası. Tamam geliyorum derken fısır fısır. Arabasına bakıyor, hurdaya dönmüş. Bir yerlerinden ufak ufak buhar zerrecikleri fışkırıyor. Deniz anaları buhar bulutuna doğru ilerliyorlar, hızlanıyorlar, karşılıklı olarak buharın üstünden atlıyorlar. Ah bir erlenmayer olsa. Erlenmeyer miydi yoksa. Fısır fısır. Deniz analarının kutlaması devam ediyor. Kafasını çeviriyor kaldırıma sırtını dayamış bir adam. Ayaklarını yola uzatmış. Bir eliyle sırtını kaşıyor. Televizyon izler gibi iş yerinden ayrılan adamı izliyor. Saçı sakalı birbirine karışmış. Kendini topluyor. Bir şeyler söylemeye hazırlanıyor. Sırtını kaşımayı bırakıyor ve konuşuyor:

-Ben dünyanın en zeki berduşuyum!

Deniz anaları duruyor. Adam duruyor. Sokak lambası duruyor. Rüzgar durmuyor. Berduş elini tekrar sırtına atıyor. Sonra vazgeçiyor, belli ki konuşmaya devam edecek. Adam berduşun yanına doğru ilerliyor. Berduş konuşuyor:

-Japonya’yı bilir misin?

Japonya. Japonya. Hong Kong. Kargaşa, kalabalık, ter kokusu, maymun beyni, deniz anası. Deniz anaları oldukları yerde yanıp sönüyorlar. Üzerinde Çince bir şeyler yazıyor. Belki de Japonca. Hong Kong Japonya’da mı yoksa Çin’de mi? Yoksa İngiltere’de mi? Yoksa kendi başına mı? Fısır fısır.

-İnsan yaşlandıkça daha az heyecanlanıyor. Çocukken her şey heyecan verirdi. Bakkaldan ekmek alırken bile ellerim titrerdi. Günler hızlanmaya başladı. İki tane kızım oldu. Sonra öldüler. Ama ben buna hiç üzülmedim. Beni üzen şey buna hiç üzülmememdi. Onların ölümü beni şaşırtmamıştı. O gün uzun zamandır heyecanlanmadığımı farkettim. Heyecanımı kaybetmiştim. Bunun üzerine çok düşündüm. Günlerce gecelerce neden heyecanlanmadığımı düşündüm. En sonunda buldum. Çünkü ben çok akıllıydım. Hatta dâhiydim. Çok uzun zaman önce bu gerçeği anlamıştım ama farkına varmamıştım. O gün bugündür heyecanlanmıyordum. Dünyada her şeyi yapabileceğimi biliyordum. Yapamayacağım hiç bir şey yoktu. Kesin yapacağını bildiğin bir şeyi yapmanın ne anlamı vardı?

-Ölüm, ölümden kaçamazsın!

-Ölümden kimse kaçamaz, yapılamayacak bir şeyi yapmaya çalışmak kimseyi heyecanladırmaz. Benim yapamayacağım ama yapılabilecek bir şey olsaydı tekrar heyecanlanabilirdim. Evden öylece çıktım. Karım beni çoktan terketmişti. Bir daha eve dönmedim. Yapamayacağım bir şey aradım. Japonya’ya kadar gittim. Mikroçipler falan hikâye. Hepsini yapabilirim. Atom bombası bile yaparım. O zaman vazgeçtim. Orda durdum hiçbir şey yapmadım.

“Hiçbir” belgisiz sıfat. Cevap C şıkkı. Hızlanmalı çok hızlanmalı, sınavın bitmesine az kaldı. Hızlı oku, daha hızlı oku. Fısır mısır. Mısır mı dedi.

-Beni sınırdışı ettiler. Şimdi burdayım hiçbir şey yapmıyorum. Yapacak bir şey yok. Düşünüyorum. Bu anahtar nerden geldi?

Berduş’un elinde bir anahtar var. Adama gösteriyor. İş yerinden ayrılan adam anahtara bakıyor.

-Ne anahtarı bu?

Berduş düşünüyor, düşünüyor. Yıllardır bunu düşünüyor. Ne anahtarı bu? Berduş düşünmeye devam ediyor. Ne anahtarı bu? Adam kendi sorusunu cevaplıyor.

-Evin anahtarı, senin evinin.

-Hayır evin anahtarı değil. Evden öylece çıktım. Karım beni çoktan terketmişti. Bir daha eve dönmedim. Yapamayacağım bir şey aradım. Japonya’ya kadar gittim. Mikroçipler falan hikâye. Hepsini yapabilirim. Atom bombası bile yaparım. O zaman vazgeçtim. Orda durdum hiçbir şey yapmadım.

Berduş adamı sinirlendiriyor. Deniz anaları daha hızlı yanıp sönüyor. Değişik bir hareket yapıyorlar. Çince yazılar (ya da Japonca) kayıyor gibi görünüyor. Hong Kong borsası. Kaç puan birden düştü? Adam konuşuyor:

-Sen dünyanın en zeki berduşu değilsin!

-Yanılıyorsun, ben dünyanın en zeki berduşuyum!

-Sen bir kere berduş değilsin. Anahtarı olan berduş olur mu?

– Olmaz mı?

-Olmaz tabi, berduş olabilmen için anahtarın olmamalı. Anahtar aidiyettir. Bir şey sana aittir, sen bir şeye aitsindir. Berduş özgürdür. Sen berduş değilsin.

Berduş düşünüyor. Deniz analarının ışıkları azalıyor. Rüzgar yavaşlıyor. Bozuk sokak lambası daha çok ışıtmaya başlıyor. Beyaz ışık. Floresan. Berduş gülümsüyor ve bağırıyor:

-Buldum, yapamayacağım şeyi buldum. Ne anahtarı olduğunu da buldum.

-Söyle, çabuk söyle.

FISIR FISIR. Berduşun sesi kalınlaşıyor. Beyaz ışık her yeri kaplıyor. Floresan. İş yerinden ayrılan adam yere iniyor.

İş yerinden ayrılan adam hastanede uyandı. Acil ekipleri olay yerine geldiğinde kaldırımın kenarında baygın bir halde yatıyordu. Araba hurdaya dönmüştü. Adama ise hiçbir şey olmamıştı. “Burnu bile kanamamıştı”. Kaza yerinde berduş tipli birisini kimse görmemişti. Arabanın anahtarı ise asla bulunamadı. Kesin olan bir tek şey vardı:
Gece sıfır üç, adam iş yerinden ayrıldı. Gece sıfır üç otuz üç adam hastanede uyandı.

28 Ekim 2007

Gürkan Caner Birer

Güneş Batarken

İnsan dünyaya ilk geldiği, gözlerini ilk açtığı anda ne düşünür? İnsanoğlunun bu dünyadaki ilk saniyesi nasıl geçer? Kimse bunu bilmez, kimse bunu hatırlamaz. Ama işte o hatırlıyordu, hem de her bir karesini. Nasıl hatırlamasın ki! Onun doğuşunu herkes bilir, çünkü o ölü doğdu. Her şeyin doğal göründüğü bir akşam üstü doğal olmayan bir şeyler vardı. Bir anda gözünü açtı, açmaktan çok kırpıştı bu, göz kapağının anlık bir hareketiydi. Ama bu onun ilk bakışıydı. Tek bir kare görmüştü belki de, bir fotoğraf karesi. Bizim her gün binlercesini gördüğümüz herhangi bir fotoğraf karesi, onunsa hayatının özeti. Griye çalan solgun bir kızıllıktı ilk fark edilen, ardından gökteki bulutlar kaplıyordu arka planı. Hüzün yağıyordu sanki o bulutlardan. Sert olmaya çalışan yumuşak bir el, mengene gibi sıkıyordu başını. O ise ağzından çıkan bir demir parçasına dişlerini kenetlemişti. Bir gölge çökmüştü yüzüne, başının hemen üzerinde kendisini izleyen birinin gölgesi. Gölgenin ağırlığında yüzü âdeta eziliyordu. Bu siyah-beyaz resmi bozmamak istermişçesine soluk, hastalıklı bir çehresi vardı kendisine bakan kişinin. Bir kadın, yirmili yaşlarda. Saçı terden alnına yapışmış. Rüzgâr, saçlarının ucunu ağzının içine doğru sokuyor. Kadının çakmak çakmak parlayan kömür gözleri bozuyor bu siyah-beyaz resmi. Sanki bu hayat karesindeki tek canlı şey bu gözler. Ama onlar da ölüm saçıyor. Kadının bakışları titretti onu, sonu oldu bu karenin, kapadı gözlerini. Bütün bunları düşünmüyor, sadece fark ediyordu, tıpkı gözlerini kaparken ağzından çıkan demir parçasının bir tabanca olduğunu fark ettiği gibi. Şimdi fark etmeyi bırakıp düşünmeye başladı.

Yerde boylu boyunca uzanmış vaziyette yatıyordu. Annesi olmadığına emin olduğu bir kadın ağzına tabanca dayamış, eli tetikte ona bakıyordu. Bakışlarında en ufak bir tereddüt yoktu. Neredeyse gözleri kurşun gibi yuvalarından fırlayıp öldürecekti onu. Peki ama neden? Bu kadın neden onu öldürmek istiyordu? Beyninin en ücra köşelerini kontrol etti. Hayır kesinlikle kadını tanımıyordu. Kim bu kadın? Mutlaka bir yerlerden tanıyor olması lazım. O anda yüzünde bir ıslaklık hissetti. Gözlerini açtığında değişen hiçbir şey olmamıştı. Kadının gözlerinden süzülen bir damla yaş hariç. Ama bu kadının bakışlarındaki kararlılığı azaltmıyor aksine ölümün yaklaştığını haber veriyordu. Ölüm damlasıydı bu, kendisinin ölümü. İşte bu son cümle ona başka bir şeyi hatırlattı, çok daha kötü bir şeyi; “ben kimim?” Hiç ama hiç bir fikri yoktu, kim olduğunu bilmiyordu. Acı içinde titredi. Bir anda beyni kimli, nedenli, nasıllı soruların hücumuna uğradı. Ama bunları yanıtlamakta aciz kalıyordu. Çaresizliğinin sebebini bulmakta gecikmedi. Hafızasını yitirmişti, hem de bütünüyle. Kadının, gözünden düşen damla ile birlikte, elini tetiğe dokundurduğunu fark etti ve belki de bir refleks olarak gözlerini kapadı. Güneş onun için erken batmıştı. Farkında değildi ama tir tir titriyordu. Dişleriyle ağzının içindeki namluyu kemiriyordu. O an için düşünecek hiçbir şeyi yoktu, beyni bir bebeğinki kadar boştu. Tıpkı bir bebek gibiydi, yeni doğmuş ama ölü doğmuş bir bebek. İşte bu dünyadaki ilk saniyesi böyle geçti, bu ilk saniyeyi hiç unutmayacaktı, daha doğrusu unutmaya fırsatı olmayacaktı. Bütün bu düşünceler bir an için aklından geçti. Hayatını anlamsız düşüncelerle harcıyordu, ne kadar ömrü kalmıştı ki? Tabancanın ateş alması için tetiğin boşluğunun alınması gerekir ki bu da iki milimetre kadardır. İşte o öyle bahtsız biriydi ki yaşı milimetrelerle yada milisaniyelerle ifade ediliyordu. İki milimetrelik ömrü kalmıştı, tabi bir de kurşunun tabanca içinde alacağı yol. Tabancanın susturuculu olduğunu hesaba katarsak hiç de azımsanacak bir mesafe değildi, en azından ömrü onunki kadar kısa birisi için. Bu son bölümde tüm hayatı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmesi gerekiyordu ama geçmiyordu, geçemiyordu çünkü onun hayatı yoktu. Söyleyecek son bir sözü bile yoktu. Adını dahi bilmiyordu, adı gibi bildiği her şeyi adıyla birlikte unutmuştu. Hayatının son anlarını da ne kadar ömrü kaldığını hesaplamaya harcamıştı. O anda tabanca yıldırım gibi gürledi, toprağa oluk oluk kan akıyordu. Midesine dayanılmaz bir sancı girdi, bütün kasları kasılıyor, gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Kanındaki demir kokusu tüm beynini kapladı. Göğsüne bir ağırlık çöktü nefes alamıyordu. Azrail böğrüne çökmüş canını istiyordu ama o ölüme direniyordu. Ölmemek için tırnaklarıyla yeri yırtıyordu, parçalıyordu toprağı. Parçalanan boğazından fışkıran kanlar buhar olup uçuyordu. Acılar içinde bir hırlama sesi duydu. Kendi boğazından çıkan sesi. Ses giderek zayıfladı, artık hiçbir şey hissetmiyordu. Ne koku ne ses ne de bir ışık. Artık insan değildi. Keşke bunların hepsi rüya olsaydı, her şeyin rüya olduğu bir film olsaydı ama değildi. O gerçekten ölmüştü.

Düşünmeye başladı. “Peki şimdi ne olacak? Ölürken bile kurtulma ümidiyle çırpınıyordum ama işte karanlığın ortasındayım. Hiçbir şey hissetmeden, hiçbir şey hatırlamadan bir düşünce olarak burada böylece bekliyorum. Birinin gelip benimle konuşmasını bana her şeyi hatırlatmasını bekliyorum. Ama nafile, ne melek geliyor ne de şeytan. Burada böylece kendi başıma bırakılmışım. Zamanın ve mekânın hiç olmadığı, bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen biri tarafından bir düşünce olarak unutulmuşum. Sonsuza kadar düşünmek zorundayım. Ya sonra? Sonrası yok, sonsuzdan sonra yine sonsuz geliyor. Bu bir ölüm değil bu bitmeyişin başlangıcı. Hiçbir umudum yok. Bırakın umudu umutsuzluk bile fazla benim için. Gece yok, gündüz yok, uyuma yok, uyanma yok. Hiç bitmeyecek bir döngünün içindeyim ve bu döngüde hiçbir şey olmuyor, olay yok. Geçmiş yok, gelecek zaten yok. Hiçbir zaman cevabını bilemeyeceğim sorular. Dayanamıyorum, delirmek istiyorum deliremiyorum. Ölmek istiyorum ölemiyorum, ben zaten ölüyüm. Ne yaptım da böyle bir cezayı hak ettim. En kötü cehennem bile bundan iyidir. O kadar çaresizim ki olayın olmadığı bir yerde yok olmayı istiyorum. Hiçbir şey yok ama ben yok değilim, var zaten değilim. Peki ben neyin mücadelesini verdim, amacım neydi? Nasıl geçtiğini şimdi bile bilmediğim bir ömür, her anını iliklerine kadar hissettiğim, çok kısa, ikinci bir ömür ve sadece benden oluşan ‘geçmeyen’ üçüncü bir ömür. Bir egoiste verilebilecek en büyük ceza, sadece ben varım.”

Bir anda yüzüne düşen yağmur damlasıyla gözünü açtı. Bu bulutları üçüncü görüşüydü. Her şey aynıydı; batan güneş, kara bulutlar, ağzındaki tabanca ama bu sefer eli tetikte kimse yoktu. Yüzüne çöken gölge de yoktu, güneşin son ışıkları gözünü alıyordu. Nefes almakta zorlandığını hissetti. Üzerinde bir ağırlık vardı. Gözlerini aşağı kaydırınca göğsünün üstünde yatan nesneyi fark etti. Üstü başı kan içerisindeydi. Hiçbir anlam veremiyordu. Şoke olmuştu. Hiçbir şey yapmadan ağzındaki tabancaya donuk donuk bakıyordu. Eğer çok yakınında bir şimşek çakmasaydı aklını yitirebilirdi. Gürültü ile bir anda kendisine geldi. Kadın başı parçalanmış bir hâlde üzerinde yatıyordu. Kafasını çevirince az önceki kara gözlerden birinin toprağın üzerinde kendine baktığını gördü. Şimdi özgürdü, yuvasından fırlamıştı, bağlı olduğu bir baş yoktu ama artık eskisi gibi parlamıyordu. Bu hâliyle siyah beyaz bir fotoğraftan fırlamış gibiydi. İçinde garip bir his vardı. Ne üzüntü ne mutluluk ne acıma ne iğrenme duyuyordu. İki metre ötesinde birinin daha yerde yattığını fark etti. O da ölmüştü. Yaşlı bir adam. Çizgili kareli eski bir gömlek giymiş, yaka düğmesine kadar iliklemiş. Kirli, seyrek bir sakalı vardı. Adamın yüzüne baktı, yüzü yabancı gelmese de kim olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu, daha önce hiç görmemiş gibiydi. Yaşlı adam karnından vurulmuştu. Yanı başında bir pompalı tüfek duruyordu. Kafasında bir olay canlandırdı ama bunun hiç bir önemi yoktu artık. Bir dağın yamacındaydılar, yakınlarda hiçbir şey görünmüyordu, etraf kayalık ve sık ormandı. Emin olmasa da yirmili yaşlarda gibi hissediyordu. Hafızasını kaybetmeden önceki hayatını düşündü, nasıl biriydi acaba? “Fark etmez, nasıl biriysem bu iki kişiyle birlikte öldüm” diye düşündü. “En azından şimdilik” diye ekledi. Bugün burada ne tür bir oyun oynandı bilmiyordu, bildiği bir şey varsa o da bu insanların kendisinin yerine öldüğüydü. Bu gariban yaşlı adam, bu zavallı genç kadın ve kendisi arasında ne tür bir ilişki vardı? Bu kadın neden ölümü pahasına onu öldürmek istemişti? Peki ya bu yaşlı adam, o neden ölümü pahasına onu kurtarmak istemişti? Böyle bir olayın ortasına nasıl düşmüştü? Bugün için bunların hepsi muallaktaydı. Daha cevabını bilmediği onlarca soru vardı. Garip bir şekilde kendini bu iki insana oldukça yakın hissediyordu, hatta canlı olsalar onlara kanı kaynadığını söyleyebilirdi ama üstü başı bu insanların kanıyla kaplıyken bu bir anlam ifade etmiyordu. Hava tamamıyla kararmış yağmur başlamıştı. Her bir köşesinde ölümün cirit attığı bu yerden uzaklaşmak istiyordu. Üç kişi ölmüş, ölüm bir kişiyi doğurmuştu. Ancak onun peşini de bırakmayacaktı. Karanlık bir geçmişten karanlık bir geleceğe doğru bir adım attı. Ormanın içinde gece kadar karanlık biri, yağmurun sesini dinliyordu. Mırıldandı…

Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gölgesine sarılıyorum*

Gürkan Caner Birer 31.05.2005

*Cemal Süreya