Beş Şehir

bes sehir
Kitap: Beş Şehir
Yazar: Ahmet Hamdi Tanpınar
Konu: Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirleri özelinde hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.
Benim Notum:  4_star (4/5)

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitabı Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul üzerine yazarın anılarının, gözlemlerinin ve düşüncelerinin yer aldığı özel bir kitap. Her bir şehir için yazılanlar kitaptan önce çeşitli dergilerde yayımlanmış, bu yazıların derlenmesiyle oluşturulan kitap sonraki yıllarda yazar tarafından tekrar elden geçirilmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar Türkçe’yi çok iyi kullanan, seçtiği sözcüklerle duygularını okura hissettirebilen bir yazar. Kitap şehirlerden bahsederken tarihi geçmişine, mimarisine, toplumsal yapısına değinerek sistematik olmayan öznel bir inceleme yapıyor.

Tanpınar yaşadığı şehirlere adeta bir şahsiyet addederek bakıyor. Şehri tanımaya, anlamaya çalışıyor, ona bir dostu gibi yaklaşıyor. Açıkçası bu denli bir farkındalık beni şaşırttı. Çoğu insanın yaşadığı şehirlerle ilgili farklı fikir ve deneyimleri vardır ama bu derece farkındalık, onu tanımaya çalışma gayreti takdire şayan.

Kitabı okurken zaman zaman sıkılmaya başlıyor, kitaptan kopacak gibi oluyorsunuz ama endişe etmeye lüzum yok çünkü tepenin ardından aniden beliren bir vaha gibi kitaptaki hoş bir söz, bir tespit, bir anı sizi tekrar kendine çekiyor.  Kitapta -bir kısmını aşağıda paylaştığım- birçok edebi hazine var. Her bir şehir için yazarın ortaya koyduğu şahsiyeti kendimce tanımlayıp o bölümde dikkatimi çeken bazı kısımları alıntıladım.

Ankara

Yazar Ankara’ya belki de şehrin şahsiyetine uygun olsun diye biraz mesafeli yaklaşıyor. Biraz manevi atmosferinden, biraz tarih içinde yüklendiği rolden, Roma’dan, Bizanstan, Selçukludan, Osmanlıdan ve tabi Cumhuriyetten bahsediyor. Bence Ankara’yı her daim işini iyi yapan vatanperver bir memur gibi görüyor.

Roma, şan ve şevketinin içinde maddî hazlarla sarhoş, fütuhatlarını yaptı, müesseselerini kurdu, kanunlarını düzeltti. Kale, köprü, yol, su kemeri, mabet, hamam, hipodrom, heykel ve bin türlü âbideyle yaşadığı zamanı, muharip alnını süsleyen çelenklerle beraber taşa toprağa tesbit etti. Aradan asırlar geçti. Bu mağrur muharip, yorulan sinirleri kanlı ve şehvetli oyunlarla uyuşturmaya çalışırken cihangir haritası, acemi avcı elinde kalmış bir kaplan postu gibi parçalanıp yırtıldı. Ankara şehri, imparatorluğun arazisinin yarısından fazlasıyla beraber büsbütün başka bir milletin eline geçti. Kadîm medeniyetin eserleriyle örtülü toprakta yeni bir nizam çiçek açtı, küçük, mütevazı mabetlerde başka bir Allah’a ibadet edilmeye, Ankara Kalesi’nin üstünde başka türlü hasretlerin türküleri söylenmeye başlandı. Ve günün birinde bu toprağın yeni sahipleri içinden yetişen saf yürekli bir köylü çocuğu, Roma’nın zafer mabedi ve biraz sonra da Bizans bazilikası olan bu âbidenin yanı başına muhacir bir kuş gibi yerleşti ve insanlara kadîm imparatorluğun ayakta durmasını sağlayan hakikatlerinden çok başka bir hakikatin sırrını açtı. Bu ledünnî nazların, âhiret saadetlerinin, kendisini sevgide tamamlayan ruhun, bir nur tufanı gibi iştiyakın, kendi derinliklerinde Allah’ı bulan bir
murakabenin hakikati idi. Hacı Bayram, eriştiği bu hakikatin şevkiyle:

Bilmek istersen seni

Can içre ara canı

Geç canından bul anı

Sen seni bil sen seni!

diye haykırır.


Yaşanmış hayat unutulmuyor, ne de büsbütün kayboluyor, ne yapıp yapıp bugünün veyahut dünün terkibine giriyor.


Bu geceler düşüncemi başka büyük geceye, 1071 senesi Ağustos’unun 26. gecesine götürüyor. Malazgirt’te bileğinin kuvvetiyle, dehasının zoruyla bize bu aziz vatanın kapılarını açan Alparslan’ı, muharebe emri vermeden evvel hangi kuvvetler ziyaret etti ve ona neler gösterdi? Üç kıtada genişleyecek yeni bir Roma’yı kurmak üzere olduğunu, talihini, avuçları içinde taşıdığı milleti, yeni bir tarih ve coğrafyanın emrine verdiğini, yeni bir terkibin doğmasına bir çınar gibi yetişip kök salmasına sebep olduğunu acaba hissetmiş miydi? Hiç tanımadığı dehalı çocuklar müstakbel zaferlerin kumandanları, henüz söylenmemiş şiirlerin şairleri, henüz yükselmemiş şaheser yapıların mimarları, henüz duyulmamış nağmelerin bestekârları etrafında henüz açmamış bir fecrin gülleri gibi dolaşmıyorlar mıydı? Gözlerinde Sultan Hanı’ndan, İnce Minare’den bir hayal yok muydu? Eğer yokduysa, bütün bunlardan habersiz, bu müjdeleri içinde konuşur bulmadan o büyük işi nasıl yaptı? Nasıl on senede Malazgirt’ten Akdeniz kıyılarına, bu toprağın tanımadığı ve tatmadığı bir ideali taşıdı?

Erzurum

Tanpınar’ın anlattığı Erzurum samimi, gariban ama ezik olmayan bir şehir. Her daim anlatacak hikayesi olan, yaşlı bir Anadolu insanı, sanki Tanpınar için Erzurum, çilekeş ve sevgi dolu dedesi.

Bu dağlar sadece adlarıyla memleketin bir köşesinde bir nevi “semâvât” rüyası kurmuş gibidirler. Asırlar boyunca bu yaylalarda sürü otlatan, kışın günlerce süren kurt avları yapan, masal kızları bakışlı geyiklerin peşinde yolunu şaşıran, hulâsa hemen bütün seneyi yıldızlarla sarmaş dolaş yaşayan insanların rüyası.


Bu sefer geldiğim Erzurum başka bir Erzurum’du. Ona Doğu Anadolu dağlarının eski bir şarap gibi zamanla takdis edilmiş, ruh besleyici uzletinden değil, dört Cihan Harbi yılının ve İstiklâl Savaşı’nın üstünden aşarak gelmiştim.


Dört yıl, bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm her yana doludizgin saldırmış, seçmeden avlamıştı. Uğursuz tırpan durmadan, bir saat rakkası gibi işlemiş, rastgeldiği her şeyi biçmişti.


Bir dostum anlatmıştı:
Daha şehre girmeden, Aşkale’de yattığım hanın kahvesinde, esirlikten yeni dönen yanık yüzlü, tek kollu bir biçare bana, giderken bıraktığı oğlu, karısı ve anasından hiçbirini, hattâ evinin yerini bile bulamadığı için, girdiği günün akşamında şehri terkettiğini söyledi.
– Peki şimdi nereye gidiyorsun? diye sordum.
Bir müddet düşündü. Yüzü alt üst olmuştu. Nihayet:
– Efendi, dedi; nereye gittiğimi ne sorarsın? Geldiğim yeri sana söyledim, yetmez mi?
Doğru söylüyordu. Geldiği yeri öğrenmiştim“.

Ölüm bu kadar yakından kokladığı insanların peşini kolay kolay bırakmıyordu. Er geç bir tarafta karşılarına çıkıyor, sofrasını açıyor, “Buyurun!” diyordu. Başka bir şey yapamadığı için sadece hatırlatıyordu.


İşin fenası şu idi: Bu hayat bir daha dönmemek üzere kaybolmuştu. Çünkü Büyük Harb’in getirdiği felâket olmasa bile, gene bu çarşı sönecek, bu esnaf dağılacak ve şehir kendi bünyesini yeni baştan kuracak olan yeni bir çalışma şeklini bulana kadar gene küçülecek, köyleşecekti. Fakat bu değişme daha yavaş olacak, yere atılarak kırılan büyük fanus, yağı tükendiği için, kendi kendine karararak sönecekti.


Mütareke yıllarında Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum’a gelmiş olan Amerikan heyetine o zamanın Belediye Reisi Zâkir Beyin verdiği cevabı kim hatırlamaz? Tercümana:
“- Dilmaç, bana bak, bu beyler uzun boylu anlatıyorlar. Ben kısa bir misalle Erzurum’da ekseriyet kimlerde idi, Generale anlatayım.” diyerek heyeti oturdukları evin penceresine götürmüş,
“- Bakın, demiş, şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında yirmide biri kadar duvarla çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman mezarlığı, o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır: bunlar kendi ölülerini yemediler ya!”


Edip Hoca 1923 Erzurum’unda, XVI. veya XVII. asırların şark ordularından biriyle gelip orada kalıvermiş bir mazi yadigârına, yahut Üsküdar’dan Şam’a, oradan da Hicaz’a gitmek üzere tehlillerle, tekbirlerle yola çıkarıldıktan sonra yanlışlıkla Erzurum’a gelmiş bir sürre alayına benzerdi. Neşesi, pervasızlığı, mücadeledeki hazırcevaplığı, kafasındaki ölçü duygusuyla, iyi kalbiyle Edip Hoca bütün bir âlemdi.

Konya

Tanpınar’ın anlattığı Konya tipik bir İçanadolu insanı; dışardan bakıldığında duygusallıktan uzak, yaman, iki boyutlu bir adam, ama bir şekilde içine girebilirsen derinliklerini sana açıyor, ama içine girebilirsen, ama uğraşırsan. Bence Tanpınar Konya’nın Mevlana ve Selçuk’la dolu derinliğini görmüş ama yine de tam içine girememiş. Diğer şehirlere göre şahsiyetini en az tanıdığı ya da tanıttığı şehir Konya olarak kalmış.

Konya insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi âlemine taşır, yahut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız.


Bu alışma bittikten sonra şehir yavaş yavaş size, tıpkı bugün için verebileceği her şeyi verdikten sonra, sizden uzakta geçmiş çocukluğunu ve gençliğini de hediye etmek isteyen, kesik, başı boş hatırlamalarla onları anlatan, güzel ve sevmesini bilen bir kadın gibi mazisini açar.


Bir başkent daima başkenttir. Ne kadar susturulursa susturulsun yine konuşur.


Kendi yetiştirdiği maiyeti veya oğlu tarafından zehirlenen bu padişahın cesedini getirdikleri zaman şehir kim bilir nasıl matem içinde idi. Hayatında çok mühim bir şeyin değiştiğini, artık eski günleri bir daha göremeyeceğini, bu kadar korkunç cinayete cesaret eden bir makinenin bir gün kendisini de felâkete sürükleyeceğini, imparatorluğunu yıkacağını, çarşı pazarını dağıtıp kurutacağını nasıl derinden sezmişti?

Bursa

Bursa Tanpınar’ın kendisiyle özdeşleştirdiği veya kafa dengi iyi bir dost olarak gördüğü şehir. Her şeyi kıvamında kâmil bir şahsiyet.

Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne’nin kendine ortak olmasına, sonra İstanbul’un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır! Her ölen padişahın ve Cem vak’asına kadar her öldürülen şehzadenin cenazesi şehre getirildikçe bu geçmiş zaman güzelinin kalbi şüphesiz bir kere daha burkuluyor. “Benden uzak yaşıyorlar, ancak öldükleri zaman bana dönüyorlar. Bana bundan sonra sadece onların ölümlerine ağlamak düşüyor!” diyordu. Evet, Muradiye küçük türbeleriyle genişledikçe Bursa hangi vesilelerle ancak hatırlandığını anlar.


Evliya Çelebi, Bursa çeşmelerinden uzun uzadıya bahsettikten sonra sözü “Velhasıl Bursa sudan ibarettir.” diyerek bitirir. Canım Evliya! Sade bu iki cümlen için benim hafızamda adın Bursa ile birleşiyor. Sen Bursa’nın şiirini tadanların başında gelirsin ve bir gün senin ruhunu şad etmek istersek Bursa çeşmelerinden birine senin adını veririz ve sen onun ağzından bu güzel şehrin zaman içinde geçirdiği macerayı bize bir su damlası kadar saf ruhunla nakledersin.


Şark için “ölümün sırrına sahiptir” derler. Fakat Şark milletleri içinde dahi ona bizim kadar hususî bir çehre veren, her türlü lâubalilikten sakınmakla beraber, onu ehlîleştiren, başka millet pek yoktur. Ve bunu ne kadar basit unsurlarla yaparız: sade mimarîli bir türbe çok defa tahtadan sırasına göre oymalı ve zarif, bazen de düz ve basit bir sanduka, birkaç işlenmiş örtü veya düz yeşil çuha, bir kavuk, bir tuğ… İşte cedlerimize ebedî hayatı tecessüm ettirmeye yeten malzeme bundan ibarettir. Bu kadar fakir unsurlarla hazırlanan âbidede ferdî hayatı hatırlatan tek çizgi, isimden ibarettir. Evet, tek bir isim, ancak milyonlarla ölçülen bir mesafeden bize ışıkları göndermekte devam
eden sönmüş bir yıldız gibi, ölümün uzaklığından bir ömrün hatırasını tazeler, içindeki ölüden ziyade ölüm için yapılmış olan bu küçük fakat muhayyileye hitap etmesini bilen âbide, eski Türk şehirlerinin ortasında yaşanan zamanla ebediyet arasında aşılması çok kolay bir köprü gibi âdeta üçüncü bir zaman teşkil ederdi. Ölüler bu basit ikametgâhlarından sokağın bütün hayatına şahit olurlardı. Zaten ramazan, bayram, kandil, büyükzaferler, sevinç ve kederlerimiz, hepsini onlarla paylaşırdık.

Başka milletler içinde, onu bizden daha çok muhteşem şekilde tasavvur edenler, mezarı terkedilen dünya nimetlerinin küçük bir sergisi, yahut da vehmedilen şekilde bir uhrevî hayat müzesi hâline getirenler, sanatlarının ve icat kabiliyetlerinin bütün kaynaklarını içlerindeki fânilik korkusunu yenmek uğrunda tüketenler çok olmuştur; fakat hiçbiri ona bizde aldığı ehlî yüzü vermemiş, onun korkunç realitesini, bizim kadar yumuşatamamıştır.


Burada her şey bize Bursa’yı otuz sene içinde Türk yapan ve daha dün alınan bu şehirden Süleyman Dede’nin dehasını fışkırtan kudretin sırrını anlatır. İnsan ancak Yeşil’i ve muasırı eserleri gezerken III. Selim tarafından yaptırılmış olan Emir Sultan Türbesi’nde -ve ona benzer diğer bazı binalarda- kaybedilen şeyin ne olduğunu daha iyi anlıyor. Zengin malzeme ile hamlesiz bir nizamın mahsulü olan bu binalar sadece bir kalıp, boş, mânâsız bir cümle gibi zekâyı bir müddet yorduktan sonra “Ben bir hiçim!” diye zaafını itiraf ediveriyor.


Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.

İstanbul

İstanbul bir başka alem, kitabın neredeyse yarıya yakını bu şehre ayrılmış. Tanpınar için İstanbul’un şahsı galiba Dede efendi diyebilirim. Bilge, saygı değer, tam anlaşılamamış, tam kıymeti bilinememiş, zaten de bilinemez, maneviyat ve keyfiyetin iç içe geçtiği esasında hüzünlü biri.

Güneş, eski el aynalarını andıran bu göllerde dehasını sadece peyzaj kabartmasına sarfetmekten hoşlanan bir eski zaman ustasına benzer; her saz, her ot, her kanat çırpınışı, bütün kenarlar ve renkler gibi gümüş bir parıltı içinde erir.


Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir; sadece belediye teşkilâtının bir cüzü olarak mevcuttur. Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi, her penceresinden
ayrı bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman aldı.


Bu ziyafet artıklarından belki en hazinine geçen bayram rastladım. Fatih’ten Beyoğlu’na acele bir iş için geçiyordum. Yeni açılan caddede, Bozdoğan kemerinin altında otomobil birden durakladı. Meğer bir bayram arabasına rastlamışız. İlk önce tanıyamadım. Son derecede zayıf, bütün anatomisi meydanda, böyle olduğu için belki de bana bitmez tükenmez denecek kadar uzun görünen bir atın güçlükle çektiği tahta bir yük arabasında, kırmızı, yeşil, pembe, turuncu, gökmavisi entariler giymiş sekiz on kız çocuğu acayip bir tango
havası tutturmuşlar, kınalı ellerini çırparak bayram yapıyorlardı. Sümbülî havada daha çiy görünen alaca kıyafetleri, arabalarının cilâsız tahtası, atlarının bitmez tükenmez bir uzunlukta bir lokomotif karikatürüne benzeyen ve bütün adaleleri meydanda çalışan yapısıyla kıvamsız şarkıları, isteksiz neşeleriyle daha ziyade bir hortlak hikâyesinden çıkmışa benziyordu. İçime, biraz dikkatle bakarsam dağılıp toz olacak kadar eski, ölü bir şeyle karşılaştım zannı çöktü. Yol boyunca bu arabalardan birkaçına daha rastladım. Fakat tecrübenin tekrarlanması beni onlara bir türlü alıştıramadı. Hattâ bayramın cemiyetimiz içinde gerçek bir yeri kalmamış olması da beni avutamadı.


Çekiç seslerinin gaza tekbirleri ve zafer nâralarıyla, kılıç, nal şakırtılarıyla yarıştığı muzaffer, mesut devir! Koca imparatorluğun her tarafında beyaz taş yontuluyor, büyük kazanlarda kubbeler için kurşun eritiliyor, yarı simyager, yarı evliya kılıklı ustaların, başında bekledikleri çini fırınlarında nar çiçeklerinin, karanfillerin, badem,
erik çiçeklerinin bir daha solmayacak baharları; tevhitlerin inancı, fetih âyetlerinin müjdesiyle beraber ağır ağır pişiyor; küçük, izbe dükkânlarda, yassı tunç tokmakların altında medreselerin, şifahanelerin, kervansarayların, hanların, büyük sarayların, sebil ve çeşmelerin saçakları, kitabelerin, yaldız süsleri için altın, dövüle dövüle kelebek kanatları kadar ince, menevişli yapraklar hâline getiriliyordu. Süleymaniye’nin avlusunda, henüz bitmiş cami için, hattatın elinden yeni çıkmış bir âyeti taşa geçirmeye çalışan işçi, başını kaldırıp baktığı zaman Üsküdar’da yeni başlanan bir cami için Marmara’dan, Akdeniz adalarından iri mermer kütleleri taşıyan yelkenlilerin büyük martılar gibi iskeleye yaklaştığını görüyor; Kastamonu ormanlarından yeni getirilmiş keresteleri taşıyan hamalların gürültüsü kendisine kadar yükselen taze çam ve ardıç kokuları arasında kulaklarında uğulduyordu.


Bu sonbahar yine gittim. Cami tenha idi. Birkaç lambanın binayı doldurmayan, fakat gölgeleri iyice besleyen ışığı altında, bütün yaldızlar ve mermerler, yabancı remizler, uzak dünyalardan sadece korku getiren esrarlı işaretler gibi parlıyorlardı. Daha evvel Selimiye’de çalışmış iki gözü kör bir müezzin bu gölgeler ve esrarlı
remizler diyarında hiçbir çizgisi kımıldamayan yüzüyle, benim farkına varmadığım birtakım hakikatleri yoklaya yoklaya dolaşıyordu. Hayat, şüphesiz sadece gözlerimizde değildir. Fakat, belki aydınlığın adaleler üzerindeki tesirinden mahrum olduğu için, belki insan yüzü kendi ışığıyla aydınlanmadığı için, körlerde ağzın hareketlerine varıncaya kadar her şey değişiyor, ancak cansız maddelerde görülen bir gerginlik, hiçbir sesin kıramadığı bir nevi sessizlik siniyor.


İstanbul gittikçe ağaçsız kalıyor. Bu hâl aramızdan şu veya bu âdetin, geleneğin kaybolmasına benzemez. Gelenekler arkasından başkaları geldiği için veya kendilerine ihtiyaç kalmadığı için giderler. Fakat asırlık bir ağacın gitmesi başka şeydir. Yerine bir başkası dikilse bile o manzarayı alabilmesi için zaman ister. Alsa da evvelkisi, babalarımızın altında oturdukları zaman kutladığı ağaç olamaz…

Bir ağacın ölümü, büyük bir mimarî eserinin kaybı gibi bir şeydir. Ne çare ki biz bir asırdan beri, hattâ biraz daha fazla, ikisine de alıştık. Gözümüzün önünde şaheserler birbiri ardınca suya düşmüş kaya tuzu gibi eriyor, kül, toprak yığını oluyor, İstanbul’un her semtinde sütunları devrilmiş, çalısı harap, içi süprüntü dolu medreseler, şirin, küçük semt camileri, yıkık çeşmeler var. Ufak bir himmetle günün emrine verilecek halde olan bu eserler her gün biraz daha bozuluyor. Âdeta bir salgının, artık kaldırmaya yaşayanların gücü yetmeyen ölüleri gibi oldukları yerde uzanmış yatıyorlar. Gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız.


Fetihten sonra ilk yerleşmelerin zarurî acelesi ile yeni mahalleler
ahşap yapılmıştı. II. Bayezıt’ın ilk saltanat yılındaki büyük zelzelenin ve onu takip edenlerin verdiği korku, iktisadî buhranlar, bu tarzın sonuna kadar devamına sebep oldu. -İstanbul daima fakiri bol bir memleketti- Gariptir ki biz İstanbul’u tahta binalarla doldurduğumuz ve bunu şehre yerleşmek sandığımız devirden bir iki asır evvel Garp şehirleri işi kârgir binaya dökmüşlerdi. Buna rağmen ilk vezir ve sultan sarayları, zengin konakları taştandı. Fakat yapmasını çok iyi bilen ve seven şark muhafaza etmesini bilmez. Sultanahmet
Camii’nin yapılması için beş vezir sarayı birden yıkılır.


Yeniçerilerin arasında kul kırma tabiri yayıldığı devirlerde ise -bilhassa II. Osman ve Abaza vak’asından sonra, bütün XVII. asır
boyunca ocaklıda bu kuşkulanma vardır- o zamanlar şehirde itfaiye vazifesini de gören ocak bazen yangınlara tamamiyle lakayt kalıyor, şehrin yanmasını rahatça seyrediyordu. Zaten çok defa çapul yüzünden yangın unutuluyordu. Bazen de ocaklı yangın çıkarıyordu.

Bu yangınlar yüzünden şehir hemen otuz senede bir yeni baştan yapılıyordu. Fakat, halı, kumaş, kürk, sanat eşyası, yazma kitap, mücevher her yangında bütün bir servet kendiliğinden kayboluyordu. Bütün bunlara rağmen ne kârgir binanın zarureti kabul edilir ne de sokakların araları açılır.


Kaldı ki, işlerin bozulduğu XVII. asırdan itibaren bilhassa devlet adamları arasında büyük bina yaptıranlar hoş görülmüyordu. Taştan binaya ise şark hasedi “şeddadî bina” adını vermişti.
Ölen veya öldürülen devlet adamlarının mallarına el koyma usulü yüzünden servet bir türlü toplanmıyordu. Devletin sıkıntılı zamanlarında bu cins büyük binalar zarurî olarak ihmal ediliyordu. Bütün bu sebeplerle asırlarca hayatımıza şekil veren, zevkimizi idare eden insanları kendi çerçeveleri içinde görmemizin imkânı yoktur. Ne Bâkî’nin, ne Nefi’nin oturduğu evi biliyoruz.


Ne gariptir ki hayatımızı o kadar çıplak bırakan yangın Tanzimat’tan sonra İstanbul’da şehirli arasında bayağı bir çeşit zevk yarattı. Kırmızı ceketli, yarı çıplak, ellerindeki kargı kadar ince köşklüler koşarak bağırdıkları o korkunç “Yangın var!”‘ sesi duyulur duyulmaz bu işin amatörü olan insanlar, tanınmış beyler ve paşalar yangın seyrine çıkarlardı. İçlerinde arabasını koşturarak gidenler, yanlarına üşümemek için mevsimine göre sırtlarındaki kürkten başka battaniye götürenler, kaminota denen ispirto lambaları ile kendilerine seyir
esnasında kahve hazırlatanlar bile vardı. Benim çocukluğumda Şehzadebaşı’nda epeyce itibarlı bir paşa böyle atı ve arabasıyla yangına gidenlerdendi. Yalnız paşa, kahve değil çay meraklısı olduğu için arabasında semaver bulunurmuş.


Bir yığın muharebe, isyan ve millî felâkete rağmen İstanbul eğleniyordu. Bu, Vâsıf’in “Eğlencenin biri bitmeden öbürünü peylerdik” dediği devirdi.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *