Monicelli kaçar…
Bugün gazetelere yansıyan küçük bir haber vardı, 95 yaşındaki İtalyan yönetmen Mario Monicelli intihar etmiş. Haberde çok fazla detay yok. Sadece bir hastane penceresinden atladığı belirtilmiş. Monicelli gerçekten mükemmel bir yönetmendi diyemeyeceğim, çünkü itiraf etmem gerekirse hiç tanımıyorum. Ölümüyle ilgili biraz daha fazla bilgi bulunabilir belki ama ben bu bilgiyi zihnimin derinliklerinde arayacağım.
Muhakkak ki intiharın her türlüsü kötüdür ama 95 yaşında birisinin intihar etmesi çok farklı bir durum. Neden? Sevgili Monicelli intihar için biraz geç kalmadın mı? Belki de intiharının sebebi de buydu, her şeye geç kalması… Bilemiyorum. Monicelli’nin bu davranışından hayatta her şeyi erteleyen bir adam olduğunu görüyorum. Allah bilir kaç yıldır aklında intihar. Bu kadar zaman ertelemek…
Bir isyan? Öyle ya da böyle 95 yıl yaşayıp intiharla bitirmek. Bir isyan olsa bile çok etkisiz bir isyan oluyor. Şimdi 95 yıl yaşadıktan sonra lanet olsun bu dünyaya bu da benim isyanımdır kardeşim deyip koşa koşa atlamak açık pencereden, diyorum ya bilemiyorum…
Bir yanlışlık? Monicelli gözlerini açtı ve buğulu beyaz bir sahne gördü. Sahne öylesine yalın, öylesine sadeydi ki, kendini tutamayarak bu kadar minimalizm de biraz fazla heheh diye güldü. Yine Nuri Bilge Ceylan, yine beyaz, yine dakikaların akması ama hiçbir şey olmaması. Sonra görüntü biraz değişmeye başladı. Kadraja hafif sarı bir hortum girdi. Hortum git gide belirginleşti ve Monicelli’nin burnuna girdi. Üç boyutlu filmlerdeki gerçek algısının ne dereceye vardığını hayretle gözlemliyordu. Vay ulan minimalist dedik Nuri burnumuza fortum soktu heheh diye sırıttı tekrardan. Sonra uzaktan çok uzaktan siyah bir at sineği göründü. Usulcacık, hiç acele etmeden, iki ileri bir geri ilerleyen mehteran atı sineğiydi bu. Sinek kelebek gibi uçup arı gibi kondu Monicelli’nin burnuna. Monicelli filmin odağında burnunun olduğunu anlamıştı ama anlamadığı şey sineğin nasıl olup da burnunu kaşındırdığıydı. Noluyo lan! Hadi bee!
Bu beyazlık, bu sinek, bu fortum, bu kaşıntı, bu sucuk kokusu. Evet hastanedeydedi. Dakikalardır baktığı beyaz perde hastanenin badanalı tavanıydı. İhtiyarlıkla bozulan gözleri, geçmişiyle bir olup ona kahpece bir oyun oynamıştı. Bıbpppjjt diyerek kovdu sineği burnundan. Burnundaki hortumu söktü attı. Mezardan kalkan zombi edasıyla dikildi yatakta. Duvardaki saate takıldı gözü. Saat 19:30′du. Bu defa da saatin altındaki takvime takıldı gözü. Yakını görmekte zorluk çekse de Milan için akşam ezanı vaktini okuyabilirdi ama okumadı onun yerine bugünün tarihine baktı 23 Zil-Hicce 1431. “ordan 622 ekle, her 32′de bir yıl artsa, böl 32′ye… kaldı mı dohuz… “ . Monicelli gözünü kırpmadan taş kesilmiş ulan gibi takvime bakarken, hemen solundaki yatakta ekmek arası sucuk yiyen hasta da “herif manyak” diyerek Monicelli’yi izliyordu. Dakikalar belki de saatler sonra “29 Kasım 2010 Pazartesi” diye bağırdı Monicelli. Bir yaklaşık sonuçla bulmuştu doğru tarihi. Kafasını takvimden çevirmeden elini yavaşça sol tarafa uzattı, höst diye bir ses duydu, pardon hacı deyip yine başını takvimden çevirmeden bu defa öbür eliyle uzandı ve yandaki sehpanın üzerinden bir kağıt parçasını kaptı. Kağıda hızlıca bir şeyler karaladı. Çok sağlam bir kupon hazırlamıştı. 95 yıldan sonra ilk defa içinden bir ses “bu defa götüreceksin malı hibino heheh” diyordu. Dile kolay 95 yıl, oynanan binlerce kupon, kaybedilen milyonlar, yitirilmiş umutlar ve 15 dakika sonra başlayacak bir dünya derbisi, el classico. Misli kupon doldurmuştu, bütün mal varlığını yatıracaktı. Elinde tuttuğu kupona son bir kez baktı, 5-0 Barça, ya tutarsa heheh. Galatasaray Beşiktaş maçını kaçırdık ama bu maç kaçmaz hacı diyerek zıpladı yataktan. Ani kalkışla düşen şekerini farketmeden ışığa doğru yöneldi. Ardına kadar açık pencereden ışığa adımını atıp boşluğa doğru düşerken dudaklarından şu cümle döküldü; “bu da mı gol değil?”