Güneş Batarken

İnsan dünyaya ilk geldiği, gözlerini ilk açtığı anda ne düşünür? İnsanoğlunun bu dünyadaki ilk saniyesi nasıl geçer? Kimse bunu bilmez, kimse bunu hatırlamaz. Ama işte o hatırlıyordu, hem de her bir karesini. Nasıl hatırlamasın ki! Onun doğuşunu herkes bilir, çünkü o ölü doğdu. Her şeyin doğal göründüğü bir akşam üstü doğal olmayan bir şeyler vardı. Bir anda gözünü açtı, açmaktan çok kırpıştı bu, göz kapağının anlık bir hareketiydi. Ama bu onun ilk bakışıydı. Tek bir kare görmüştü belki de, bir fotoğraf karesi. Bizim her gün binlercesini gördüğümüz herhangi bir fotoğraf karesi, onunsa hayatının özeti. Griye çalan solgun bir kızıllıktı ilk fark edilen, ardından gökteki bulutlar kaplıyordu arka planı. Hüzün yağıyordu sanki o bulutlardan. Sert olmaya çalışan yumuşak bir el, mengene gibi sıkıyordu başını. O ise ağzından çıkan bir demir parçasına dişlerini kenetlemişti. Bir gölge çökmüştü yüzüne, başının hemen üzerinde kendisini izleyen birinin gölgesi. Gölgenin ağırlığında yüzü âdeta eziliyordu. Bu siyah-beyaz resmi bozmamak istermişçesine soluk, hastalıklı bir çehresi vardı kendisine bakan kişinin. Bir kadın, yirmili yaşlarda. Saçı terden alnına yapışmış. Rüzgâr, saçlarının ucunu ağzının içine doğru sokuyor. Kadının çakmak çakmak parlayan kömür gözleri bozuyor bu siyah-beyaz resmi. Sanki bu hayat karesindeki tek canlı şey bu gözler. Ama onlar da ölüm saçıyor. Kadının bakışları titretti onu, sonu oldu bu karenin, kapadı gözlerini. Bütün bunları düşünmüyor, sadece fark ediyordu, tıpkı gözlerini kaparken ağzından çıkan demir parçasının bir tabanca olduğunu fark ettiği gibi. Şimdi fark etmeyi bırakıp düşünmeye başladı.

Yerde boylu boyunca uzanmış vaziyette yatıyordu. Annesi olmadığına emin olduğu bir kadın ağzına tabanca dayamış, eli tetikte ona bakıyordu. Bakışlarında en ufak bir tereddüt yoktu. Neredeyse gözleri kurşun gibi yuvalarından fırlayıp öldürecekti onu. Peki ama neden? Bu kadın neden onu öldürmek istiyordu? Beyninin en ücra köşelerini kontrol etti. Hayır kesinlikle kadını tanımıyordu. Kim bu kadın? Mutlaka bir yerlerden tanıyor olması lazım. O anda yüzünde bir ıslaklık hissetti. Gözlerini açtığında değişen hiçbir şey olmamıştı. Kadının gözlerinden süzülen bir damla yaş hariç. Ama bu kadının bakışlarındaki kararlılığı azaltmıyor aksine ölümün yaklaştığını haber veriyordu. Ölüm damlasıydı bu, kendisinin ölümü. İşte bu son cümle ona başka bir şeyi hatırlattı, çok daha kötü bir şeyi; “ben kimim?” Hiç ama hiç bir fikri yoktu, kim olduğunu bilmiyordu. Acı içinde titredi. Bir anda beyni kimli, nedenli, nasıllı soruların hücumuna uğradı. Ama bunları yanıtlamakta aciz kalıyordu. Çaresizliğinin sebebini bulmakta gecikmedi. Hafızasını yitirmişti, hem de bütünüyle. Kadının, gözünden düşen damla ile birlikte, elini tetiğe dokundurduğunu fark etti ve belki de bir refleks olarak gözlerini kapadı. Güneş onun için erken batmıştı. Farkında değildi ama tir tir titriyordu. Dişleriyle ağzının içindeki namluyu kemiriyordu. O an için düşünecek hiçbir şeyi yoktu, beyni bir bebeğinki kadar boştu. Tıpkı bir bebek gibiydi, yeni doğmuş ama ölü doğmuş bir bebek. İşte bu dünyadaki ilk saniyesi böyle geçti, bu ilk saniyeyi hiç unutmayacaktı, daha doğrusu unutmaya fırsatı olmayacaktı. Bütün bu düşünceler bir an için aklından geçti. Hayatını anlamsız düşüncelerle harcıyordu, ne kadar ömrü kalmıştı ki? Tabancanın ateş alması için tetiğin boşluğunun alınması gerekir ki bu da iki milimetre kadardır. İşte o öyle bahtsız biriydi ki yaşı milimetrelerle yada milisaniyelerle ifade ediliyordu. İki milimetrelik ömrü kalmıştı, tabi bir de kurşunun tabanca içinde alacağı yol. Tabancanın susturuculu olduğunu hesaba katarsak hiç de azımsanacak bir mesafe değildi, en azından ömrü onunki kadar kısa birisi için. Bu son bölümde tüm hayatı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmesi gerekiyordu ama geçmiyordu, geçemiyordu çünkü onun hayatı yoktu. Söyleyecek son bir sözü bile yoktu. Adını dahi bilmiyordu, adı gibi bildiği her şeyi adıyla birlikte unutmuştu. Hayatının son anlarını da ne kadar ömrü kaldığını hesaplamaya harcamıştı. O anda tabanca yıldırım gibi gürledi, toprağa oluk oluk kan akıyordu. Midesine dayanılmaz bir sancı girdi, bütün kasları kasılıyor, gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Kanındaki demir kokusu tüm beynini kapladı. Göğsüne bir ağırlık çöktü nefes alamıyordu. Azrail böğrüne çökmüş canını istiyordu ama o ölüme direniyordu. Ölmemek için tırnaklarıyla yeri yırtıyordu, parçalıyordu toprağı. Parçalanan boğazından fışkıran kanlar buhar olup uçuyordu. Acılar içinde bir hırlama sesi duydu. Kendi boğazından çıkan sesi. Ses giderek zayıfladı, artık hiçbir şey hissetmiyordu. Ne koku ne ses ne de bir ışık. Artık insan değildi. Keşke bunların hepsi rüya olsaydı, her şeyin rüya olduğu bir film olsaydı ama değildi. O gerçekten ölmüştü.

Düşünmeye başladı. “Peki şimdi ne olacak? Ölürken bile kurtulma ümidiyle çırpınıyordum ama işte karanlığın ortasındayım. Hiçbir şey hissetmeden, hiçbir şey hatırlamadan bir düşünce olarak burada böylece bekliyorum. Birinin gelip benimle konuşmasını bana her şeyi hatırlatmasını bekliyorum. Ama nafile, ne melek geliyor ne de şeytan. Burada böylece kendi başıma bırakılmışım. Zamanın ve mekânın hiç olmadığı, bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen biri tarafından bir düşünce olarak unutulmuşum. Sonsuza kadar düşünmek zorundayım. Ya sonra? Sonrası yok, sonsuzdan sonra yine sonsuz geliyor. Bu bir ölüm değil bu bitmeyişin başlangıcı. Hiçbir umudum yok. Bırakın umudu umutsuzluk bile fazla benim için. Gece yok, gündüz yok, uyuma yok, uyanma yok. Hiç bitmeyecek bir döngünün içindeyim ve bu döngüde hiçbir şey olmuyor, olay yok. Geçmiş yok, gelecek zaten yok. Hiçbir zaman cevabını bilemeyeceğim sorular. Dayanamıyorum, delirmek istiyorum deliremiyorum. Ölmek istiyorum ölemiyorum, ben zaten ölüyüm. Ne yaptım da böyle bir cezayı hak ettim. En kötü cehennem bile bundan iyidir. O kadar çaresizim ki olayın olmadığı bir yerde yok olmayı istiyorum. Hiçbir şey yok ama ben yok değilim, var zaten değilim. Peki ben neyin mücadelesini verdim, amacım neydi? Nasıl geçtiğini şimdi bile bilmediğim bir ömür, her anını iliklerine kadar hissettiğim, çok kısa, ikinci bir ömür ve sadece benden oluşan ‘geçmeyen’ üçüncü bir ömür. Bir egoiste verilebilecek en büyük ceza, sadece ben varım.”

Bir anda yüzüne düşen yağmur damlasıyla gözünü açtı. Bu bulutları üçüncü görüşüydü. Her şey aynıydı; batan güneş, kara bulutlar, ağzındaki tabanca ama bu sefer eli tetikte kimse yoktu. Yüzüne çöken gölge de yoktu, güneşin son ışıkları gözünü alıyordu. Nefes almakta zorlandığını hissetti. Üzerinde bir ağırlık vardı. Gözlerini aşağı kaydırınca göğsünün üstünde yatan nesneyi fark etti. Üstü başı kan içerisindeydi. Hiçbir anlam veremiyordu. Şoke olmuştu. Hiçbir şey yapmadan ağzındaki tabancaya donuk donuk bakıyordu. Eğer çok yakınında bir şimşek çakmasaydı aklını yitirebilirdi. Gürültü ile bir anda kendisine geldi. Kadın başı parçalanmış bir hâlde üzerinde yatıyordu. Kafasını çevirince az önceki kara gözlerden birinin toprağın üzerinde kendine baktığını gördü. Şimdi özgürdü, yuvasından fırlamıştı, bağlı olduğu bir baş yoktu ama artık eskisi gibi parlamıyordu. Bu hâliyle siyah beyaz bir fotoğraftan fırlamış gibiydi. İçinde garip bir his vardı. Ne üzüntü ne mutluluk ne acıma ne iğrenme duyuyordu. İki metre ötesinde birinin daha yerde yattığını fark etti. O da ölmüştü. Yaşlı bir adam. Çizgili kareli eski bir gömlek giymiş, yaka düğmesine kadar iliklemiş. Kirli, seyrek bir sakalı vardı. Adamın yüzüne baktı, yüzü yabancı gelmese de kim olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu, daha önce hiç görmemiş gibiydi. Yaşlı adam karnından vurulmuştu. Yanı başında bir pompalı tüfek duruyordu. Kafasında bir olay canlandırdı ama bunun hiç bir önemi yoktu artık. Bir dağın yamacındaydılar, yakınlarda hiçbir şey görünmüyordu, etraf kayalık ve sık ormandı. Emin olmasa da yirmili yaşlarda gibi hissediyordu. Hafızasını kaybetmeden önceki hayatını düşündü, nasıl biriydi acaba? “Fark etmez, nasıl biriysem bu iki kişiyle birlikte öldüm” diye düşündü. “En azından şimdilik” diye ekledi. Bugün burada ne tür bir oyun oynandı bilmiyordu, bildiği bir şey varsa o da bu insanların kendisinin yerine öldüğüydü. Bu gariban yaşlı adam, bu zavallı genç kadın ve kendisi arasında ne tür bir ilişki vardı? Bu kadın neden ölümü pahasına onu öldürmek istemişti? Peki ya bu yaşlı adam, o neden ölümü pahasına onu kurtarmak istemişti? Böyle bir olayın ortasına nasıl düşmüştü? Bugün için bunların hepsi muallaktaydı. Daha cevabını bilmediği onlarca soru vardı. Garip bir şekilde kendini bu iki insana oldukça yakın hissediyordu, hatta canlı olsalar onlara kanı kaynadığını söyleyebilirdi ama üstü başı bu insanların kanıyla kaplıyken bu bir anlam ifade etmiyordu. Hava tamamıyla kararmış yağmur başlamıştı. Her bir köşesinde ölümün cirit attığı bu yerden uzaklaşmak istiyordu. Üç kişi ölmüş, ölüm bir kişiyi doğurmuştu. Ancak onun peşini de bırakmayacaktı. Karanlık bir geçmişten karanlık bir geleceğe doğru bir adım attı. Ormanın içinde gece kadar karanlık biri, yağmurun sesini dinliyordu. Mırıldandı…

Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gölgesine sarılıyorum*

Gürkan Caner Birer 31.05.2005

*Cemal Süreya

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *